31 Aralık 2012 Pazartesi

çay ocağı

geniş caddelerin, bulvarların kalabalıklığından uzakta olmak, insanlara değmeden ara sokaklarda yürümek ne kadar güzelse, gerçi bulvar da severim, ama bu kalabalıklar artık bazı şeyleri imkansız kılıyor, o sokak aralarında mola vermek, eyleşmek de bir o kadar güzeldir.

cadde üzerlerinde değil de sokak aralarında bulunan kimi zaman köhnemiş binaların giriş katlarında ya da bazen eski usul bir hanın girişinde yer alan çay ocaklarını süslü püslü kafelere teceih ederim.

çay ocağını bir kafeden ayıran en önemli şey samimiyettir, kimse kimseye haricen kalabalık kelime öbekleriyle seslenmez. ve elbette bir çay ocağında asla ama asla kazıklanmasın, askıda gelen çayın tadı da daha güzel olur yeni yetme kafelerin çayından.

insan bir çay ocağının kapanmasına üzülebilir mi demeyin, yıllar evvel hatta bir önceki yüzyıl ankarada öğrenciyken çay içmek için gittiğim ilk mekan olan Sakarya Çay Ocağının yıkılmasına çok üzülmüştüm, çaycının üçüncü gidişimde çayımı artık şekersiz olarak vermesinin de etkisi vardı herhalde, içre içre açılan odalarının dışında, bazen taburelerde otururken habire girip çıkan bacaklar görürdün, gerçi o odaları da kışın kullanırdık. daha ziyade dışarda otururduk, sakarya esnafı ile gelip geçenle beraber.

bir zamanlar ankara'da herkesin herkesi bulduğu mekanlardan biriydi Sakarya Çay Ocağı, okuldan dağılır ve soluğu orda alırdık, kim var kim yok, ya da kim ne zaman gelecek, bunları hep birbirimizden orada öğrenirdik, ve birbirimizi kaybetmeden haftalarca yaşardık.

26 Aralık 2012 Çarşamba

aralık

hep bir aralık düşünülen ama hiç bir aralık yapılmayan ya da olmayan şeyler vardır. aralık kelimesi herkese herşeye mesafe midir acaba. ya da bir arada kalmışlık mıdır, içerde olamadım dışarıya çıkamadım. belki de ortanca çocuk olmanın getirdiği bir arada kalıştır bu.

 aylardan aralık. benim için çok hassasiyetli bir ay, doğduğum ay çünkü. insanın sürekli arayınca birşeyler bulması mümkün elbet ama niyeyse hep aralık kelimesinin şahsıma çok bağlı bir anlam içerdiğini de düşünürüm. bilemiyorum temmuz ya da ocak ayında doğsam bir şeyler değişir miydi, belki bu kelimerle de bir şeyler yapılabilinirdi, bir yerlere gidilirdi. arayınca bir çok şey bulmak mümkün.

sanki önümüzde dağ var, habire bir yerlere gitmek
bir şeyleri aşmak istiyoruz. hayatı kesinlikle bize yanlış öğretiyorlar, ama sistemin çarklarını da onlar kurduğu için zaten onlarlasın, gerisi teferruat sayılıyor. ne yapsan nafile, bundan sonrası boş. sana sadece hayal kuracak kadar tohum veriyorlar, afyon niyetine. böylece geçer ömür. giden cepten ordan burdan. adam sende düşünme bunları.






belki de köprüleri bu yüzden seviyorum, iki ulaşılmaz şeyi birbirine bağladığı için, iki dağın , bir denizin iki yakasını ya da birleştirdiği için. iyi mimarların hakkını da vermek lazım tabi.

15 Aralık 2012 Cumartesi

ses ses ses ardından öfke

odadan çıkıp demlediğim çayı bardaklara doldurmak için mutfağa doğru giderken şarkı söylemeye başladığımı farkettim. dedim acaba neden bunu yapıyorum şarkı söylemek mutfakta yalnız kalışımı unutturacak bir şey miydi. ya da bir dış sese ihtiyaç duyduğum için  mi bunu yapıyordum.

yapıyordum, çünkü bunu sadece o an yapmadığımıı da anladım. geniş geniş zamanlarda ben bunu hep yaptım. odadan o gürültünün üretildiği, kişinin o seslere hasıl olduğu o mekandan her ayrılışımda ben bunu yapıyordum. demek ki çok da kolay olmuyormuş gürültüleri terk etmek, alışılan sesin uzağına düşmek. kişi anında kendi gürültüsünü ortaya koyuyormuş.

ben bütün şarkı sözlerini biliyormuş gibi davranırım çoğu kere, biliriz efenim biz tüm sözleri. canımla besliyorum şu hüzün kuşlarını misali, parçalara ayrılıp ayrılıp tekrar varolmaya çalışıyoruz.




22 Kasım 2012 Perşembe

seyyar

bugün renkli bir sebze meyve tezgahım olsa dedim,sebzenin meyvenin renksizi yok tabi benim ki de laf, ne güzel olur. basit hayatın en basit en gerekli özneleri meyve ve sebzeler.  bir tezgahım olsaydı domatesleri yükseltirdim önce kırmızı kırmızı, sonra yanına bilumum yeşilleri, misal demet demet maydanoz,dereotu, nane daha sonrada portakalları yükseltirdim ara geçişleri de limonla yapardım.

takas günlerini geride bıraktığımız yüzyıllardan buyana ve dahi yaşamın gerekliliği hayatın kuralı alışveriş. yılla evvel kurduğum bir cümle vardı,sanırım cümle de bana ait değildi şimdi çok net hatırlamıyorum ama şöyleydi,bir elma alırsın onu parlatıp satarsın yerine iki elma alıp satarsın ve böylece ihtiyacın olan o şeyi alabilirsin artık.

ama önce satıyoruz, sonra bunun karşılığında toplum sana bir değer biçiyor, o değerin öngördüğü şekilde basit olan hayat zora girmiş oluyor.

                
                                        fikret mualla'nın renkli hayatının bir sureti.


oysa seyyar bir tezgahım olsa hiç biryere bağlı kalmadan bütün bağımlılıklardan azade sebzelerimle meyvelerimle bir sokağın bazen alt bazense üst başında, bazen de tamamen farklı bir yerde olurdum.

insan kanımca hiç bir iş yerine ait değil, mesailerde satılan akıl ve yürek devamında içinden çıkılmaz bir karmaşaya dönüşen bir yaratık yanlızca. farkında olmadan hayat sürüyor ya da başkalarının gördüğü olarak yaşamak istiyor.

bir yerde olmak, toprağa kök salmak, çoğalmak toplumun biçtiği hayatı yaşamaya mecbur olmak. rollerin, görevlerin, sorumlulukların çok çok önce dağıtıldığı bir oyun hayat, boşuna figuran değiliz.

konarlığımızı göçerliğimizi yitirdik, zamane seyyahı bile değiliz sanki. bir yere gidiyoruz  ama orayla da hemhal olamıyoruz. herşeyin uzağına düşmek modern çağın götürüsü.






14 Kasım 2012 Çarşamba

sıradışı

nedir insanları bir çizginin gerisinde yahut berisinde görmenin nedeni. bir çizginin ötesine geçmek hudutların yok sayılması mı, normalliğin ötesi mi. geniş kalabalıkların kabalıklarının uzağına atması kişiyi soyutlanmış bir sıradışı mı yapıyor. tercihlerimiz biz öyle istediğimiz için mi bizim tercihimizdir acaba, ben hiç sanmıyorum bunun böyle olduğunu.

normalliğin yeni bir tarife ihtiyacı var sanırım şöyle geniş onu bunu herşeyi kucaklayan bir tanım olmalı bu hem de. artık o küçük eski dünyamız yok,  itiş kakışla dolu, sıcak, saçma sapan  bir şeye dönüştü dünya. ya da ben yaşlandıkça acayip bir hal almaya başladım. dinamiklerini yitirmeye başlayan stabil birine dönüşüyorum galiba tamda yaşlılık alamati, ne kadar yaşlıyım desemde ona buna yaşlanmakla gurur duymuyorum.

dünyanın yaşlandıkça bizi üstünden atmaya çalışmasına öfkeleniyorum belki. elbet bizi de ters köşeye yatıracak dönerken dönerken bir bakmışız dönme dolap boşa çalışıyor azamati sual olunmaz.

samanyolunda bir gezintiye çıkmak istiyorum bazan, hatta bazan neden uzayı anlamaya çaba sarfetmediğimi düşünüp hayıflanıyorum. olimposta gökyüzü ne kadar güzeldi misal, yıldızlarla kaplıydı gece göğü, akrepler bir gün mani olmuş olsa da sahilden gökyüzüne bakmak ömrümce göremeyeceğim bir eşsizlikle burun buruna olduğumu hissettirmişti bana.


                         " viyana'daki dönme dolaptan bir kesit"


şimdi ben küçüçük dünyanın, küçük bir çocuğuyum. nedenimi arıyorum

2 Kasım 2012 Cuma

punctual/dakik

herşeye geç kalınır, bazan ise fazla erken olunur. tutturulamayan zaman varoluşumuzun yeganesi adeta. tabi bunun için en lüzumlu cümleyi sevgili Walter Benjamin kurmuştur; "yüzlerimizdeki kırışıklıklar, biz evde yokken kapımızı çalmış olan büyük tutkuların, günahların ve sezişlerin kayıtlarıdır."

amansız bir mücadele insanların kendilerine itiraf edemedikleri özellikleri ve istekleri var. insanın kendini kendinden sakınması. çekilin tutamıyorum, içimdeki bir şey çıkmak istiyor. insan yavrusunun dünyaya açtığı gözleri kapanana kadar arayış içinde kalacak. acaba gözler ne zaman görür ya da bulur aradığını, farkında olur mu bulduğunda aradığını. bir aranan var mıdır gerçekten.

30 Ekim 2012 Salı

takvim

masamın üstü hep çok karışık, kitaplığım hep çok karışık, çantam heeep çok karışık kafam heeeep çok karışık. ama nedir canım bunca karışıklığın sebebi, yatağını bulamamış deli su gibi çıldır çıldır sağdan soldan bulduğum ne varsa önüme katıyorum, dağıldım iyice bazan böyle takvimi tutturamıyormuş gibiyim. bu his birşeyler oluyor da ben kaçırıyorum, uzağındayım olanın bitenin duygusu değil ama.

"cahildim dünyanın rengine kandım" cümlesini kurup, bu tanımlamayı yapan adam ne güzel demiş. bazıları tercumanlık yapar diğerlerine onların görevi de budur, şayet bir görev dağılmı uzamanlık söz konusu ise.

haftalardır perşembe gününe planlar yapıp gerçekleştiremiyorum. bakalım bu perşembe de aynı şeyi yaşayacakmıyım. azıcık uyuyayım, şöyle kahvaltı üstüne kahvemi de içeyim diyorum bir bakıyorum saat olmuş öğlesonrası, bu saatten sonra gidilmez diyorum sergiye -malum perşembe günleri istanbul modern ücretsiz- vapurla karşıya geçip iki sokak dolaşıp tekrar mekana geri dönüyorum malum akşam asıl mevzu olan bilgisayar kursu var. teknolojiyle haşır neşir olmak için çaba sarfediyorum gereksiz yere, sırf insanlarla uzlaşabilmek için, sırf genç dimağları bu denli ekranlara baktıran hadisenin kaynağına inebilmek için. birileri de azıcık bize eğilse ya, hep olgunluk hep olgunluk fıttıran yine biz.


19 Ekim 2012 Cuma

trenli

ilk tren yolculuğumu 89 yazında söğütlüçeşme'den feneryolu'na yapmıştım halamla beraber. trenleri sevmemde bu yolculuğun tesiri olduğunu düşünmüyorum. daha başka bir itki olmalı. lise yıllarında boynuma fazlasıyla taktığım kolyelerimden birinin ucunda da tren simgesi vardı. çocukluğumda izlediğim vahşi batı filmleri mi yoksa sebep, ondan da emin edğilim.

geçen gün tren'e binmekten korktuğunu söyleyen birine trenin güzelliklerini anlatıyordum, ama daha ziyade şehirlerarası trenin insana sunduğu güzellikleri. öğrencilik yıllarında çokca Ankara-İstanbul arasında tren yolcuğu yapmış biri olarak arasıra Eskişehir'e uğramanın dışında başka şehirlerin istasyonlarını trenle geçmedim, yol üstündekiler hariç tabi.

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde geçen Prag Garını görünce elimde bavulumla amaçsızca bekleyebilirdim  herhalde orda günlerce.

bir ankara yolcuğu esnasında biletimi kontrol eden kondüktöre restorant'ın yerini sorduğumda adam bana trende restorant olmadığını söyledi. ben de mesajla arkadaşıma trende restorant yokmuş diye yazdım, o da bana sen bir trende olduğuna emin misin dedi. ben de ona "tren olsun da ben mi olmayayım" dedim. bunun üzerine trenli cümleler kuruldu uzunca bir süre. cümlelerin sahibi belki bir tren sessizliği ile sarsılıyordur şimdi.


-" aslında yalnız tren vardı. biz yaşayanlar lokomotifin bacasından semaya dağılan rüya kalıntılarıydık. istemeden başladık hayata."

-" hayatı raydan çıkmış bir tren başlattı. herşeyi. fütursuz bir korku düştü yüreğine, girdi gecenin koynuna. boğulup erimek isterken kara deryanın içinde hülyaya kapıldı.istemeden başlattı bu yalnız gezegende hayatı."

-" aslında ne tren vardı ne gökyüzü. gece gibi umutsuzluk kapladı her yeri. bal karıncaları düş kurmayı bıraktı."

-" aslında bütün geceler benimdir, daha zaman dahi ayak basmamışken yeryüzüne milyon tane geceyi ben yarattım içimdeki kederden. bu yüzden bütün yıldızlar benim çocuklarımdır dedi yıllar önce raydan çıkmkış bir lokomotif." 




porto garı, seramik desenli gar girişinden bir tren figürü. çevirmeyi unutmuşum.

Patricia Highsmith'in Trendeki Yabancılar adlı kitabını okuyorum, Tomris Uyar'ın eşsiz tercümesi ile dilimize kazandırdığı kitap olağanüstü bir polisiye.



ilk beyaz saçım






ilk beyaz saçımı saç yumağımın içinde ne zaman farkettiğimi tarih olarak hatırlamıyorum, on yıl öncede olabilir onbeş yıl önce de. işin aslı beyaz saç bende pek durmuyor, bir süre sonra yokluğunu farkediyorum. aradan geçen sürede mutasyona mı uğruyor yoksa kendini sessizce boşluğa  bırakmayı mı tercih ediyor bilmiyorum. ama bir bakmışım beyaz bir tel saçım var bir bakmışım puf olup uçup gitmiş. tüm bu olanlar nasıl oluyor çözemedim. stresliyken beyaz saç üretip, herşey normale dönünce sanki saçım da normale, siyaha dönüyor gibi hissediyorum.

eskiden hep yaşlanınca beyazlaşan saçlarımla parmakalrımın arasında sigara bir koltukta oturup manzaraya bakmayı hayal ederdim. aslında bu hayalimdeki fotograf karesinin sebebi Mina Urgan'ı beyaz saçları ve sigarasıyla görmüş olmam. bunca şeye rağmen "ben buyum" der gibi bir duruş. sigarayı bırakalı iki yıl oldu nerdeyse, gerçi o yaşlara gelebilirsem altmışından sonra tekrar sigaraya başlayabilirim de. huysuz bir ihtiyar olarak etrafa biraz duman üflemenin kimseye zararı olacağını sanmıyorum.

bir de hiç okumadığım Agatha Christie ve Stephan King'lerim var o yaşlara sakladığım. Agatha'nın tüm kitaplarını okumayı düşünüyorum ama King'in yalnızca Kara Kule serisini okumak niyetindeyim. ben korku filmi bir seyredemem çünkü, tek tek her kelimeyi okuyarak, özümseyerek korkamam.ayrıca insan beyninin korku yaratmakta üstüne yok zaten başklarının korkularının görsel şölenine tanık olmak istemiyorum.

ilk beyaz saçım mevzusunu bugün hatırlamamın sebebi aynada yeni peydağ olmuş bir beyaz saç görmem. beyaz saç bir de inadına diğer saç tellerinden daha sert olduğu için kendini diğerlerinden çok ayrıksı tutuyor. hiçbir şeyin altında kalmam ben diyerek hep üste dimdik.tabi bir de "Son Siyah Saçım"  kitabına tersten bir gönderme yaapmak.

ilk beyaz saç telini görüp hemen yaşlanıyorum galibanın derdine düşmek yerine şu hayatta daha neler yapmak istiyorumun hayaline kapılmak bence daha manidar. hayaller sürekli değişebilir ama insanı hayatta tutup, yaşama bağlıyor, günün daha anlamlı bir yarın olması için nasıl yaşanacağına kılavuzluk ediyor.


11 Ekim 2012 Perşembe

mektup

ne zamandır mektup yazmıyorum. mektup yazmayı artık iletişim yöntemi olarak görmediğim için değil elbet. yoksa mektup yazacak kimsem olmaması mı asıl sorun. bu çağda kimsenin durup düşünmeye zamanı yok ki, oturup bir kağıdın başına inceden bir kelimenin peşine düşünsün.

"durursa anlaşılacak saatin kaç olduğu" dizesine atfen biz de anlayacağız şayet durmayı başarırsak bir gün hayatın bizden neler götürdüğünün.

zaman zaman posta kutusundan yıllar evvel bana ulaşmış mektupları okuyorum. gerçi bu işi yapmayalı da epey zaman oldu. şimdi düşünüyorum da bir mektup yazmayı kime yazacağımı bulamıyorum, yıllar evvel mektuplaştığım insanların yeni adreslerini mi edinsem yoksa.

ilkokulda öğretmişlerdi bize mektup yazmayı, ilk denemeleri o zaman yapmıştım. türkçe dersinin bir parçasıydı herhalde aslında düşününce hayat bilgisi dersinin bir parçası olması sanki daha anlamlı imiş gibi geldi.

mektupu hep uzaktakine yazmadım ama geneli şehirlerarası yazılmıştır. lisedeyken sınıf arkadaşımla mektuplaştığım  olmuştu. yalnız lise yıllarında postadan çıkan herşey  okunduğu için mektuplaşma çok uzun sürmedi desem meraklı ebeveyn olayının nasıl bir trajedi olduğunu tekrar hatırlatmış olmam herhalde. özellikle o yaşlarda hat safhaya varmış bir durumdu bu.

yurtta kalırken bir ara sesli mektuplar da yazdım Sevgili Clara ile başlayan ardı arkası kesilmeyen cümleler. burdan Taranta Babu'ya uzanan bir yol, acaba kaçıncı yazılamayan bir mektuptur bu düşünceler.

bir de kadınların yazdığı her mektubu göndermemesi durumu vardır, kökeninde her düşündüklerini söylememe dürtüsü yatıyor olabilir. bu bir kitap ismi daha doğrusu bu isimde bir kitap var "kadınlar neden  yazdıkları her mektubu göndermezler " tam isim budur. kadın erkek ilişkilerine bir odaklanma söz konusu kitapta elbette.

ama yine de mektuplu zarflı en güzel dizeler Edip Cansever'e ait.



"Hiçbir pul hiçbir zarfa yakışmıyor
Hiçbir zarf üç beş satıra" 

30 Eylül 2012 Pazar

yer değiştiren gölge

ben sabitliğimin üstüne duvarlar örerken, bir taş yerinden kımıldayıp sessizce yere düştü. olması gereken bir zamandı sanırım. kımıltısız, açarı olmayan, hayatın kendisine, doğaya ters olan aynılık duygusundan sıyrılıyorum böylelikle.

on yıldır çalıştığım iş yerimden ayrılıyorum, aynı işi farklı bir şubede yapmak üzere.iki gündür vedalaşıyorum insanlarımla, raflarımla. uzun bir süre alacak kopmam oradan anlaşılan. terkedemiyorum alışkanlıkları, insanları, şehirleri.


                                            (fernando pessoa heykeli )


artık farklı yollar kullanacağım işe giderken, başka sokaklardan geçip öyle varacağım yeni mekanıma. ama en önemlisi dışarıyı, sokağı görebilecek olmam, ve pek tabi güneşin hareketlerini takip edebilmek.


27 Eylül 2012 Perşembe

evli insanlar

evli insanlar, uzak durulması gereken insan topluluğu. onları her görüşünüzde bir daha kavrarsınız evliliğin bu dünyadaki en ahmakça şeylerden biri olduğunu.

merak etmeyin evli insanlar bir süre sonra zaten neredeyse yalnızca evli arkadaşlarıyla görüşüyorlar. çünkü onların aralarında gizli bir anlaşma var, bazı ortak sırlar, kimselere açık edilmemesi gereken bir takım haleti ruhiyeler aman ha diğerlerinin haberi olmasınlar.

bu evli insanların, evlilikerini unutmak için kullandıkları yegane yöntem sürekli olarak konuşmaktır. sanırsınız anlatarak tüm olan bitenden uzaklaşıyorlar. evli iş arkadaşlarıyla görüşmek, cuma akşamı anlamsız bir şekilde bir yerlerde sızıp kalmak, hafta sonunu bir takım aktivitelerle doldurmak tek yaptıkları. kapitalizm icatlarından biri olan evlilik ve aile kurumu sıkılmadan, varlığını sorgulamadan yaşamak zorunda çünkü. bu insanların sürekli olarak başkalarıyla görüşüp konuşup kendi varlığından kaçmaktır yeganeleri, muhabbet niyeyse hep kayınvalideye de gelir.

tabi evlenmemiş insanların bu çarkta pek bir yeri olmuyor, çünkü onların kimseyle yapmış oldukları yazılı ya da yazısız bir takım anlaşmaları yok. dahil olmadıkları bir kurumun insanları ve onların sorunlarıyla uğraşmak bu hayatın fazlalarından olduğu için bunu yapmaya  gerek de yok zaten.

 biz artık bu insanlarla bir düğünlerinde iki ilk bebekleri doğduğunda karşılaşıyoruz artık. başka türlüsü bizi açmıyor, onlar da zaten bizimle yapamıyor. sonra geçmişleri tutuyor mazallah.

26 Eylül 2012 Çarşamba

anneci/babacı

kadınları yıllar evvel ikiye ayırmaya başlamıştım. yaptığım bu tahlilin sonuna kadar da arkasındayım, bir arkadaşıma yaptığım tespiti anlattığımda bana fazlasıyla hak verdi. benim insanları yaftalamak, kategorize etmek gibi bir hayat düsturum yok tabi, yalnızca arkadaş gözlemlerimin bir neticisindir vardığım sonuç. yaptığım tahlili tabi çok bilimsel az bilimsel gibi düşünmek yerine amprik bilgi olarak sunuyorum.

evet tabi ben bunu kadınlar nezdinden çıkarıp  insanlara yayaraktan genişlettim, durumdan erkekler de nasibini aldı yani, meraklanmayınız. insanları kabaca ve kalın çizgilerle ikiye ayırdım. bu hayatta iki tip insan vardır annelerine benzeyenler ve babalarına benzeyenler.benim bu tasnifi yaparken özellikle etrafımdaki kadınlardan kendime şablon oluşturduğum iki isim vardır, benim bu tipolojimin ana kahramanlarıdır kendileri hem en yakın arkadaşlarımdır aynı zamanda ve tamamen anne özelliklerine sahiptirler. evet olmayana ergi yöntemiyle diğer insanlara vardım da diyebiliriz diğerleri için.

annelerine benzeyen insanlardan mümkün olduğunca uzak durun uyarısı ile başlamak istiyorum, tabi uzak duruşu sağlayabilmek için de öncellikle bilmeniz gereken tabiki annenin karakteri oluyor. anlayacağınız bu bir süreç, gözlem yeteneğiniz güçlüyse olayı kısa sürede çözer yola bir arkadaşla mı yoksa arkadaşsız mı devam edeceğinize karar verirsiniz.

annelerine benzeyen insanların genel olarak hayatla ilişkileri biraz sıkıntılı diye düşünmekteyim, dünyada yaşamak için değilde sanırsınız sürekli olarak iş güç halletmek, bir takım şeyleri sürekli sorgulamak ve sorgulamak için bulunmaktalar. sürekli bir hay huy ve koşuşturmanın sürekli bir yarışın ve bitmeyen bir arayışın peşinde sürüklendikleri kanaatindeyim. tüm insanlara annelerinin babalarına davrandığı gibi davranıp bir öc alma telaşındalar. sanırsınız hayatı daha evvel yaşamışlar ve ikinci kez hayatın bilgisine vakıf olarak ortalıkta dolaşmadalar.

babalarına benzeyen insanlar hayata karşı alaycı, rahat ve bir o kadar her şeyi ilk defa yapıyor olmanın verdiği heyacanı duyumsayarak bakarlar. az biraz hovardadırlar desek yeridir.  bence bu dünayada baba rahatlı olarak anılmalı, tabi baba olmanın gerektirdiği sorumluluğu da duymaz değiller elbet sorumludurlar onlar da kendi küçük çaplarında. bizim biraz rahat gibi görünen insana hemen sorumsuz demek gibi bir özelliğimiz var, insanların birtakım şeylere sıkı sıkıya sarılmayışı sorumsuzluk gibi addediliyor niyeyse. sorumluluğun farklı göstergeleri vardır halbuki.

tabi bu satırların yazarının annesine benzemesi gibi bir durum söz konusu değildir. mantıkda yer alan önermeleri de unutmamak lazım, iki tane babasına benzeyen insanın birleşmesinden doğacak olan yavrunun hovardanın önde gideni olacağı da aşikardır.




12 Eylül 2012 Çarşamba

yıldız

haritanın en koyu yerinde

zamandışı bir zihnin

dokuduğu görüntüyüm

masalına karışıyorum gecenin

yıldız tozları yağıyor üstüme

( 19.03.2006 )


















chagall mavisi midir, insanın içine

bir hayal sevkeden.

10 Eylül 2012 Pazartesi

çaycı

kendime bir başlık bulamadım. başlıksız yazı olmaz, o zaman amaçsız insan da olmaz dime. çıktığımız yolun çok yüksek bir şey ihtiva etmesede nihayi bir amacı olmalı, herhalde.

birazdan film seyredeceğim, ama filmi dvd cihazı pek açmıyor, film içini açmıyor ondan mıdır  bilemiyorum artık ama film epeydir izlenmeyi bekliyordu bugün halledeyim diyorum bu işi. ama önce bu yazıyı yazmam lazım belki böylelikle midemdeki çay doluluğu bir parça azalır. nerdeyse üsküreyle çay içiyorum anlayacağınız çorba kasesi kabilinden birşey, çayı çok yapmışım kimsecikler içmiyor, hepsi bana kaldı. artık olmasın, çöpe gitmesin diye herşeyi yiyen silen süpüren anneme döndüm galiba, dayanamıyorum göbek derimin gerginleştiğini hissediyorum.

balkona çıkıp hava mı alsam, ama olmaz kasemde hala çay var o zaman o soğur. soğuk çayı hiç sevmem soğuk kahveyi de sıcak içilmesi lüzumlu gelen şeyler bence. nedir o öyle gençler habire soğuk çay içiyor üstüne üstlük bir de meyve aromalı, aromalı şeyleri de sevmem. bana gerçek lazım.

sanırım çay soğudukça daha çok şişkinlik yapıyor, acaba sıcakken direk biryerlerde mi saklanıyor napıyor. ya da seviye aşımı.

9 Eylül 2012 Pazar

leopar deseni

leopar desenini sevmem. ve bunun leoparla hiç bir ilgisi yok. evet bugün bu deseni daha doğrusu leopar desenli kiyafet, aksesuar ve bilimum nesneyi diyeyim sevmeyişim üzerine düşündüm. ciddi ciddi otobüste işe giderken yol boyu bu mesele üzerine düşündüm. yol kısa olduğu için öyle düşündüm düşündüm düşündüm diyemiyeceğim tek düşünceyle işi hallettim , olayı aydınlattım,. ve evet buldum.

bizim ( bizim diyorum çünkü arkadaşlarımın yüzde doksandokuzu da benim gibi bu deseni sevmiyor ) evet başta da söylediğim gibi leoparla herhangi bir sorunumuz yok hatta leopar deseni ile de bir sorunumuz olmadığına kanaat ettim bugün.

leopar desenini sevmememizin tek nedeni bu desenle çok içli dışlı olan kadınları sevmememiz. evet yıllardır bu deseni kullanan kadın tipine katlanamadığımız için, çünkü bu kadınlar haddinden fazla süslü, kokoş ve sevimsizler ve bundan ötürüdürkü leopar desenini görünce kafamızı çevir olmuşuz.yalnız leopar deseninin seksle olan bağlantısını kuramadım bir iç gıcıklayıcılığı bir bişeysi var fakat o nokta bana ulaşmıyor. konu nasıl da leopardan uzaklaştı çünkü olayın müsebbibi  leopar değilmiş,. saçma sapan insan tipi o kadar.

tabi efendim bu saatten sonra leopar deseni kullanacak halimiz yok, bünyede kaşıntı filan yapar nemelazım.

ama ben geçenlerde kaplan desenli bir pijama bir de elbise aldım kendime.  sıradan kaplan renklerinden oldukça farklılar bu arada yalnızca anıştırma var diyeyim. kızıl tonlarında ikisi de ki oldukça güzel oldukları kanaatindeyim zira almazdım.

bir de meşhur bir afrika atasözü vardır bilmem bilir misiniz. "leoparın kuyruğunu tutma tuttarsan sakın bırakma"




5 Eylül 2012 Çarşamba

teknoloji

ah benim teknolojiden anlamayan yüreğim. her şeyi öğrenip de teknolojiden sınıfta kalan yanım. napayım olmuyor, tam anlamıyla olduramıyorum. ama bu bir kabiliyetsizlik göstergesi olarak yahut bir yaşlılık hezayanı gibi anlaşılmasın zira öyle yaşlılar biliyorumki teknolojiden uzak dururlarsa sanki yaşam onları dışlayacak gibi hissettiklerinden olsa gerek canavar gibi teknoloji tüketiyorlar. neyse efenim ben öyle de bir insan değilim.

benim teknolojiyle olan derdin tam olarak teknoloji sevgisizliğinden kaynaklanıyor. sevemiyorum ve benimsemek istemiyorum. bana kardeşlerim hep diyorlarki sen iş yerinde nasıl çalışıyorsun o bilgisayarı nasıl kullanıyorsun - sürekli kendilerini panik düğmesi gibi kullandığım için- onu biliyorum çünkü bilmem gerekiyordu.

ama bugünlerde işler biraz değişti iş yerinde biz de çok teknoloji kullanır olduk, hergün yeni taleplerle benden teknolojik olmam bekleniyor, herseferinde bir telefona sarılıp yahut o dolaylarda bilen birileri varsa onlardan yardım alarak işimi hallediyorum. benden neredeyse excel filan ister oldular, bir takım çizelgeler v.s.

sonunda bir bilgisayar kursuna gitmeye karar verdim, böyle sürekli  yardım çığlıkları atmak, ben teknoloji sevmiyorum arkadaş demek olmuyor. nefretimi, sevgisizliğimi kendi içimde yaşamaya karar verdim.

diyeceksinizki bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, hakketten turşu severim hele vitrinlerine bayılırım.

teknoloji açığımı Serdar Kuzuloğlu yazıları okuyarak da kapatmaya çalıştım bir dönem ama olmadı.kabul etmiyor bünye. tabi bu arada turşulara devam edeyim bilim kurgu severim asimov'un öngördüğü gelecek hiç de uzak değil. robot yasaları eninde sonunda geçerli olacaktır, ama en mühimmi sıfırıncı yasa.

tabi bu arada en sevdiğim star wars karakterleri tüm seride yer almasını bilmiş R2-D2 ve C-3PO olmuştur.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

işimdeyim

dün akşam iş yerimde  duvarların arasında dolaşırken hiç işimden gücümden bahsetmediğimi farkettim, yalnızca ne kadar yorulduğumdan, nasıl hasta ve hastalıklı bir şekilde çalıştığımdan dem vuruyorum.

ben kocaman bir on yıldır aynı iş yerinde çalışıyorum. zamanımızda insanlar uzun süre aynı iş yerlerinde çalışmıyor,herkes basamak atlama yarışında olduğu için, başka bir işin peşinden daha çok getirisi olan daha az yoran gitmeye devam ediyor.ben sabit bir insanım.düşündüm de geçen bu sürede duvardaki raf, yerdeki karo gibiyim. ve bütün iş yerlerimde olduğu gibi burda da yangından, depremden hatta fırtınadan ilk kurtarılması gereken benim. kendimden çok, eşimden dostumda çok işimin önceliği vardır çünkü.

herkesin çalışma hayalini kurduğu bir yerde çalışıyorum, hatta bugün yanıma uğrayan dostumun dostu arkadaşım da bu hayalini yineledi. ama ne yazık ki hayallerine ulaşınca da insan mutlu olmuyor, eksikliği hissedilen hep bir yarım kalmışlık duygu size eşlik ediyor, yaşam boyu hissedilen inilti. acı yalnızca bir acı.

eksikliklik nasıl tümlenemiyorsa benim de varoluşum tümlenemiyor bir türlü. ayağımın altındaki toprak bir kaya parçasının üzerinde sanırım.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

kendime

kendimi seviyorum, bir o kadar da nefret ediyorum. ama aramızda sanıldığının aksine ya da olması gerekenin aksine mi demeli aşk ve nefret ilişkisi yok. her nefretten aşk doğmuyor.

sevdiğim benlerimle nefet ettiğim benlerim hep beraber  yaşayıp gidiyoruz. netekim öyle çok da bir yere gittiğimiz yok aslında, iki kıyı arasında duruyorum, duyuyorum.

                                     hışt hışt

  kendime güzellemeler diziyorum, hangi gözün gördüğü, hangi sözün işittiği olabilmek.



13 Ağustos 2012 Pazartesi

badem

bademlerden sor beni. badem ne güzel bir yemiş, her hali güzel olan canlılardan. ama üzerinde yemişi olmayan  badem ağacı görsem tanımam herhalde. badem ağacı ile karşılaşmam çok eski değil çünkü üç yıl önce karaburun'da karşılaşmıştım, hatta dalından kopardım yemişi diyebilirim.


sevgili van gogh'un yaptığı çiçekli badem dallarına bakıp bakıp da badem ağacına sevgi beslememek doğaya yapılan bir hakaret sayılmalı. şimdi ben tabi çiçeğe durmuş badem ağacı görmedim ama yakındır görmem diyebilirim. badem yalnızca ege bölgesinde de yetişmiyormuş ayrıca, meşhur bebek bademcisi olan hanımefendi yaptığı canım badem şekerlemelerinin bademlerini doğu anadolu bölgesinden getirtiyormuş.

 geçenlerde biri badem sevmediğini söylemişti kimdi acaba, hafızamda tutmak istemediğim için hemen silmişim bu bilgiyi, badem sevmeyen insan mı olurmuş.

Bademlerden Say Beni / Paul Celan

say bademleri,
say acı olanı, uyanık tutanı say,
beni de onlara kat:

gözünü arardım hep, gözünü açtığında,
sana kimselerin bakmadığı bir anda,
örerdim ya o saklı, o gizli ipliği ben,
ki onun üzerinde tasarladığın çiy'in
testilere doğru kaydığı bir zamanda,
yüreğe varamamış öz bir sözle korunan.

ancak böyle varırdın adına, senin olan,
o şaşmaz adımlarla kendine yürüyerek,
savrulurdu çiçekler sanki bir çan kulesi
boşluğundaymışım gibi senin suskunluğunun.

ölmüş olan o şey senin koluna girer
ve işittiklerin de seninle birleşirdi,
üç olup giderdiniz geceyi katederek.

beni de acı yap, acı yap beni.
bademlerden say beni.

bir de en asli görevim Paul Celan'ın şiir kitabını bulmak.

10 Ağustos 2012 Cuma

kano ile eşen (xantos) çayını geçmek

bir nehri kano ile geçmek gerçekten müthiş bir macera, ben bu macerayı 2005 yılında yaşamıştım. o kadar heyecanlanmış o kadar mutlu olmuştum ki , mümkün olan en kısa  zaman diliminde tekrar aynı macerayı yaşamak istemiştim.

bu olaya dahil olabilmek için insanın yolunun Patara'ya düşmesinin gerekmesi olayın kısa sürede kendini tekrarlatmasına hep engel olmuştur. ama bu yıl ben kaş'a gidiyorum ve bilin bakalım orada ne yapacağım diye o günkü ekibe eşen (xantos) çayını yeniden kanoyla geçeceğim dediğimde hepsinin iştahı kabardı. çünkü herkesin aynı anda mutlu olduğu bir aktiviteydi kano ile nehir geçmek.

tabi bu fikrimden tatil arkadaşım Nursel'e bahsettiğimde oluru hemen vermedi, ama ben kendisine sazlıkların arasından geçeceğiz, etrafımızı bazen orman kaplayacak, bazen kendimizi akıntıya bırakacağız, kürek çekmeyi öğrenince ve kanonun burnunu düz tutmayı başarınca bak çok eğlenecek ve mutlu olacağız dediğim için kabul etti. tabi bazı şartlar da ileri sürmedi değil, sen kürekleri çekersin ben sigaramı içer, etrafı seyrederip keyfime bakarım gibi ama ben olayın bir ekip işi olduğu konusunda kendisini hep uyaran taraf oldum ve sürekli geçmiş deneyimimi anlattım.




gelin görünkü işler benim açımdan hiç de hesapladığım gibi olmadı. biz kanomuzla ilerlemeyi başaramadık, sürekli balçıklarda ve sazlıklarda çakılı kaldık. kürekleri asılmaya başaramayan Nursel, kendisi kanonun arka bölümünde oturduğu için kaptan görevi de görüyordu aynı zamanda, bu işe hiç vakıf olamadı bize anında acil bir müdahale oldu ve ekibi dağıttık.

profesyonel biriyle yolculuğuna devam eden arkadaşım, kanonun 1.sınıf bölümündeymişçesine seyahatini sürdürdü de diyebiliriz, kendisine çeşitli ikramlarda da bulunuldu aynı zamanda, malum elleri boşa çıkmıştı zahar keyif çatmasın da ne yapsın.

benim kanonun kaptan koltuğuna oturan 17 yaşındaki partnerim biraz heycan yapmış olsa gerek ki kanomuzu devirdi. ee bu hayatta kaç adamın başına böyle bir hadise gelir, kano turuna katılıyorsun ve sana bir hatun düşüyor gerçi ben nerdeyse annesi yaşındayım ama olsun, kadının genci yaşlısı olmaz diyelim tastamam kadın oluşu makbuldur.

                                       ıslak ve kaymış, sudan çıkmış halim.


can yelekleri beni suyun üstünde tutmuş olsa da ben çocuğa I can not swim diye bağırmaya başladım can havliyle. biraz fazla ingiliz olan seventeenimiz, londranın merkezinde yaşıyormuş haliyle olsun o kadar, çokca sorry ile durumu kurtardı.

ters dönmüş kanoyu düzeltip tekrar binmeye çalışmam biraz uzun sürdü. bu esnada terliklerim, küreğin biri ve su şişem suyun üzerinde sürükleniyordu, can havliyle terliklerimi yakalamayı başardım ama diğerleri gitti. yahut ben öyle olduğunu sandım da diyebiliriz küreği organizasyon sahipleri yakalamış ben de su şişemi üç beş kilometre sonra buldum.



sonrasında iyi bir ekip olarak 18 kilometrelik yolculuğumuzu tamamlamayı başardık. tabi bu olay bende bir hafta boyunca kollarımda kas ağrılarına neden oldu, hatta elim su topladı.

neticede ben kano turumu yaptım biraz fazla sulu sepken bir maceraydı ama olsun, sanki tepede bütün ihtişamıyla xantos şehri tüm sakinleriyle macerayı seyrediyorlarmış gibime geldi. nasıl ki nehrin ucu patara plajına bağlanıyor, ben de zamanın kıyısından içeri doğru bir dalış gerçekleştirmiş oluyorum.

5 Ağustos 2012 Pazar

toprak

kazma kürek alıp kendime yeni bir dünya inşaa etmek niyetindeyim yıllardır. yıllarla beraber azalmadan devam eden bir düşünce ya da hayal diyeyim artık olduğu için de inandırıcılığını yitiriyor, yitirdi de olabilir. hiç inananım yok, napsam ki.

aslolan şey de tek başına ne yeni bir dünya yaratabilirsin ne de başka bir şey, hatta tek başına insanın varolan dünya'ya tahammülü bile çok zor. böyle de bir gerçeğim var, nur topu.

ama ben böyle küçük küçük hayallerimi gemilere yükleyip denize saldıkça, sadece ortamı neşelendiren hayallerden öteye yol alamıyorum.



                              ( küçük prens'i çok severim)



bir de benim bu hayallerimi gerçekleştiren bazı insanlar var, hem de hiç rüyalarına böyle bir şeyi sokmamışken hayat onlara benim hayallerimi sunuyor. bu insanlardan inanın hiç hoşlanmıyorum. ben bu hayaller için açar kapılar ararken, çalışırken ve de çabalarken birinin benden önce hiç ama hiç hakketmeden sahip olması beni gerçekten üzüyor.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

dağ

yüzümde bir dağ sırası taşıyorum. toroslar. bu dağ sırasını atlasda ilk gördüğüm günden beri benimle. aynı kıvrımlara sahibiz onunla, aynı yükseltiler aynı alçalışlar. sıkıştırılmış bir yüz ya da coğrafya. toroslara doğru yolculuk halindeyken hasıl oldu bende bunu yazma düşüncesi. kıvrıla kıvrıla ilerliyorduk, kimileyin ürkerek hatta.

üçüncü jeolojik zaman, alp-himalaya dağ oluşumu. oysa ben ilk patlamdan beri burdayım sanki, her yer hala çok sıcak. içimde de dışarı çıkamamış bir magma var. yüreğim hiç soğumuyor.



                                      fotograf frans lanting'e ait.kitabında daha çok güzel fotograflar var.

aslında fonetik olarak ıstranca dağları benim için daha uygun, hem de kuzeyde . ama yürek bu kadar acıyı kaldıramaz herhalde stran stran diye bağırmamak içden değil.

meskeni dağ tutmak niye yanlış olsun ki, başımızda deli rüzgarlar varken.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

cordoba (corto )

cordoba'ya gitmek istememin yegane sebebi bir zamanlar okuduğum Hugo Pratt'in ete kemiğe büründürdüğü müthiş adamı, karakteri Corto Maltese'dir.

şimdi kitap kahramanlarından etkilenmek, hatta biraz daha fazlası onlara aşık olmak gibi eğilimlerim var. tahminimce bir çok insanın da vardır. bu konuda yalnız olduğumu düşünmemekle beraber yazarların bunu bilinçli bir şekilde yaptıklarını da düşünmekteyim. hayatta gerçek olamayacak bazı şeylerin tahayyülü genel olarak hepimizi mutlu ediyor kanımca.

ama nedense başka bir amaç için cümle kurmaya başlayıp, niyeyse cümleleri saptırmak gibi bir gelişimim var. yine yaptım aynı şeyi, geçen gün de böyle oldu avşa adasının tahammülsüzlüğünden bahsedecektim, bir iki lawrence'dan filan bahsedip olayı yani yazıyı sonlandırdım.

ey kari yazmak bir çağrışım sürecidir, lakin insanın bunu da bir alt alta yan yana getirirken azıcık düzenleyip tertiplemesi lazım, benim gibi serbest çağrışımla gelişine vurmak paragraf paragraf anlamsızlıktan başka bir şey olmuyor. başkalarına verdiğim akılları da azıcık kendim kullansam belki şu an başka bir bir şey olurdum. bu faslı  da sonlandırırak okuru  sıkmayayım artık.

ben cordoba'ya yıllar yılı bir anahtar vazifesi verdim, sırf corto cordoba'da doğmuş olduğu için. cordoba'nın dar sokaklarında gezinmenin hayalini kurdum yıllarca, cordoba caminin diyeyim at nalı kemerlerinin arasında dolaşmanın nasıl bir his olacağını tarttım dudaklarımda bir tebessümle.

 arkamdaki müthiş nehir büyük su yolu anlamına gelen Guadalquivir. uygarlıkların su kenarlarında yükselmesi ne kadar manidarsa bu nehrin bu yamacından karşıya bakmak, sonunda roma'dan kalma bu köprüyü geçip ( ki köprülerle de maalesef çok özel bir bağım var. köprü deniz feneri gemi balık v.s) cordoba sokaklarına adım atacak olmanın verdiği heyecan bir o kadar ( uygun kelime aklıma gelmiyor) manidar. (yine aynı kelimeyi kullanmış oldum aksi şey)

 harita üzerinde cordoba'yı seçtim. burdan okunmuyor kaldı ki ordan okunduğunu da sanmıyorum. ama burası sevilla'da yer alan 1929 yılında yapılmış müthiş ispanyol meydanı. ispanya şehirlerini ve ispanya sömürgelerini gösterir haritalar ve yapılar yükseliyor, ekonomik krize (1929 yılında cereyan eden ) karşı koymak amacıyla yapılmış bir organizasyonun simgesi.

 burası da cordoba sokaklarının insana sunduğu nimetlerin en güzellerinden bir kare.


evet sonunda ta buralardayken içinde olmayı hayal ettiğim, nehrin kıyısında durup, köprünün üstünden geçerken heyecanımı bastırmaya çalıştığım la mezquita ( cordoba cami ).

sadece cordoba hasreti için değildi tabi bunca şey, ben cebeli tarık'ı geçerek ulaşmak istemiştim endülüse. endülüsü keşfe cordaba'dan başlamanın nedeni çizilmiş güzergah diyebiliriz. kuzey afrika'dan başlayan müthiş macera. kimsenin önüne geçemeyeceği ispanyol kültüründe büyükçe de bir payı olan ya da yoketmeye kıyılamayan topraklar.

corto ispanyolca kesmek kökünden gelen bir isim belki de böyle bir isim yalnızca Hugo'nun karakteri için uygun bulduğu bir söz. çünkü corto elinde yeralan şans çizgisinin kısa olduğunu söyleyen falcıya inat elini bir usturaylala keserek şans çizgisini uzatmış bir zat.

"ne dogmalara, ne de bayraklara inanırım." corto maltese


16 Temmuz 2012 Pazartesi

pazartesi ( patti)

kaldığım yerden devam ediyorum, hayat çoğu kere insanı kaldığı yerde kötürüm bırakır ama bu sefer devam ediyoruz. her şey çoluk çocuk okurken gelişti, Patti Simith'le aramdaki benzerlikleri keşfetmem yani. yoo öyle uzun boylu değil önemsiz benzerlikler diyelim. ben yetenek bahşedilmemiş biriyim. aslında bahşetme kelimesi de ne enteresanmış, bahşişten gelmiyordur umarım. maalesef ki yetenek konusunda şu saatte elimden birşey gelmiyor. küçükken ellimizden kolumuzdan yahut ayağımızdan tutan kimse olmadı, ne yazık ki.

patti ile aramdaki en büyük hadise ikimzin de bir pazartesi günü doğmuş olması hatta aynı ay'ın pazartesilerine savrulmuşuz. fakat burcumuz aynı değil bu da önemli değil zaten, o burç atlamış da diyebilirim aynı zamanda burcunu seven biri olarak. ve asıl olay pazartesi sevgisi. ben çoğu kere arkadaşlarıma söylemişimdir ama bunu burdan yineliyorum, ben pazartesi günlerini severim, kim ne derse desin yok sendrommuş oymuş buymuş gelmeyin bu numaralara, yalanlara yok öyle birşey. ve hep bunda bir pazartesi günü doğmuş olmanın etkisi olduğunu düşünürüm. patti de aynı şeyi düşünüyor, pazartesi çocukları gibi bir kavram da  geliştirebiliriz, aslında burdan hareketle yaklaşık olarak bir yılda elliiki adet olması beklenen pazartesilerin çocuklarının iç dünyalarına bile ineriz yeter ki isteyelim.

patti ile aramızdaki ikinci benzerlik ikimizinde eşyalarımıza isimler takmamız desem. bu genel olarak giysi odaklı bir iş olarak düşünülebilir, giyindiğin elbiseye papuca çoraba pantolona isimler vermek hadisesidir bu olayın özü. bu sıradanın ötesine geçmek gibi bir şey değildir aslında sadece giysinin çağrıştırdığıdır, giysi ya da her neyse o ismiyle beraber zuhur eder, ya da görüntüye öyle dail olur diyeyim. ismiyle gelmek, insanın ismiyle hemhal olması gibi.

ben kendimi çok önemsiyor değilim lakin böyleyken böyle, verdiğim kararın neticesini sizle paylaşmış oldum.


12 Temmuz 2012 Perşembe

ada,deniz,çoluk çocuk...

tatildeyim. tam şu an. terler akıyor vücudumun üst kısımlarından aşağılara doğru, yollar belli zaten herşey bir uyum içerisinde. ama ben bu tatile uyamadım. genel olarak tatil belediyesini sevmedim desem tatilin daha başında insana nasıl bir eziyet başlangıcı olacağı da kendini belli etmiş olur. halbuki yirmi yıl önce bu adayla ilgili olarak çok güzel şeyler anlatırdı. ama zaman artık her şeyi kötü anlamda eviriyor da desem bir disütopya çağırısı yapmış olmam herhalde, zaten öyle çünkü öyle. benim yaptığım ya da elimden gelen bir husus değil bu. ejderhalar artık yaşamıyor.

herhalde bu adadaki en sakin, en güzel bahçeye sahip, sokaklarda dolaşan ne üdüğü belirsiz kalabalıktan yalıtılmış pansiyonu bulmak bizim tek şansımız. ha birde bu kalabaşığı taşıyan sahil şeridinin dışında bir kıyı bulmamız. ulaşmak biraz uzun sürüyor ama en azından gittiğimize değiyor.

bir adada yaşamayı her zaman çok istemişimdir, adada yaşamak bir adalı için çoğu kere tutsaklıkla eşdeğer olsa da benim için hep bir masal olmuştur.çocukluktan kalma bir umu olmadığını herkes kabul edecektir herhalde.

adaları seven kadın. lawrence'ın adaları seven adam diye bir kitabı vardı,küçücük bir öyküydü, yani novella dediklerinden. ben kitabı bitirmeden kitabın baskısı tükendi desem hatta bir on yıldır  hiç bir yayınevi de basmadı bu kitabı. bizim için yadırganacak bir husus değil tabi. bazen bir kitabın peşine düşüyorum çoğu zaman beni bulamadıkları kitap için yollara düşüren arkadaşlarım oluyor benden 60 yıllık bir kitabı bulmamı isteyen bile oldu. ama kitabın künyesine ulaşınca maalesef dedim.

tatilimi çoluk çocuk   okuyarak ve çoculuk çocukla ( ada ve deniz ) oynayarak geçiyorum bir de game thrones izliyorum. ben ders çalışırken herkesin ballandıra ballandıra anlatmaya çalıştığı ama kimsenin anlatmasına izin vermediğim bölümler.

her halde yarın burdan ayrılırken hepsini bitimiş olacağım. okuyacak kitabım izleyecek dizim olmadan dönüş yolu. evde birikmiş kitaplar ve filmler beni bekliyor. bu arada aylardır biriktirdiğim bir ertelemeye dönüşen hayat beni bekliyor da diyebiliriz.





2 Temmuz 2012 Pazartesi

bisiklet

bugün bisiklet almaya en çok yaklaştığım gündü, tabi ki alamadım. ben üç yıldır bisiklet alamıyorum. sebepleri alt alta sıralasam neler çıkmaz ki. dediğim gibi bugün çok inanmıştım bir bisikletle eve döneceğime ne diyo bugünlerde insanlar kısmetten ötesi berisi yalanmış öyle de oldu netekim.

peki ben bugün niye bisiklet alamadım. çünkü yaklaşık bir ay evvel bilmem ne mağazasının internet sitesinde çok beğendiğim bisiklet dükkana gittiğimizde kalmamıştı. heyecanımı yitirdim , kayboldu gitti birşeyler, hayat sen neden bana mütamidiyen bunu yapıyorsun dedim.

ben hep böyle ramak mı yaşayacağım. olmuyor olmuyor.

oysa gerçekten çok inanmıştım o bisikleti bugün alacağıma, annem kahvaltıda okulun bahçesinde geniş geniş öğrenirsin de dedi bana. annem bana bu cümleyi kurmuşken benim eve bisikletsiz gelmem. hatta eve geldiğimde kendi bisikletinden sıkılmış ve daha büyük bir bisiklet hayali kuran yeğenimin bile hayalleri suya düştü.

şimdilik başka bir bisiklet beğendim perşembe günü bisikleti aldım aldım yoksa gerçekten bu sefer bisikletçiler çarşısı diye tabir edilen o alt geçide gidip çek abi ordan bir bisiklet diyeceğim.

hem ben  bisikletime sele de almalıyım, kendime kask dizlik vs. biliyorum çok düşeceğim, yaraları çabuk iyileşmeyen bir insan olarak başka seçeneğim yok.

17 Haziran 2012 Pazar

portekiz

yolculuk gecikmeli thy uçağı ile lizbon'a varış ile başladı. fakat dört saatlik geçikmenin insan hayatında onulmaz yaralar açmasını beklemiyordum. lizbon havaalanının labirentlerinde neden insanlara zulum ediyorlar düşüncesi ile çıkışa doğru ilerliyorum.

lizbon sokaklarında ilk dikkatimi çeken şey jakarandalar oldu desem kimse neden diye sormaz herhalde. hayatımın ağacı ile orada karşılaşacağımı bilmiyordum, gerçi sıcak memleketlerde yetiştiğini biliyordum ama yine de böyle bir tahayyülüm yoktu. benim için büyük bir süpriz oldu. sadece lizbonda da değil üstelik iberya'nın her yani jakarandalıymış.

açıkcası portekizi bu kadar seveceğimi de düşünmemiştim. denizci bir memleket olması sevmem için yegane nedendir halbuki.  lizbon, cadde ve sokaklarından bir kez değil defalarca geçilmesi gereken bir şehir. şehrin tüm meydanalrında eğleşip, irili ufaklı tüm sokaklarında vakit geçirip, şehrin tepelerine tepelerine asansörlerle çıkıp  şehri enikonu duyumsamak gerekirdi. sınırlandırılmış bir zamanda bazı şeyler hep eksik kalıyor.

lizbonda neredeyse bütün binalar farklı ferforje ve cumbalara sahip, büyük oranda binaların dışları seramiklerle süslü, hem renkli hem de çiçekliler, asıl  beni benden alan sokak tabelaları oldu. beyaz seramik üstüne mavi yazılarla yazılmış kenarları süslü sokak tabelaları. ayrıca sokak lambalarında ya da elektirik direklerinde diyeyim gemi figürleri vardı. gemi desenine yıllarını ve gönlünü vermiş, irili ufaklı bütün kağıtlardan gemi yapabilen ben, denizci duygularımın hepsini hayatımın kaptanını sanırım lizbonda bıraktım.

belki mevsimsel olarak iyi bir zamanlama olduğu için ömrümün en güzel bulutlarını da orada gördüm desem kuzey'e haksızlık etmiş olur muyum bilmiyorum. çünkü henüz bir kuzey ülkesi görmüş değilim.

lizbondan ayrılırken bana en büyük acıyı ve huzursuzluğu veren Pessoa'nın mekanlarında vakit geçirememek ve Gülbekyan müzesini gezememek oldu.



bir şehre tekrar tekrar gitmek için gelmek için sebepler listesine de başlamış oluyorum.

13 Haziran 2012 Çarşamba

la mancha

yola çıkarken yanıma Don Quıjote kitabımı aldım, yıllardır kitabı okumak için uygun zaman ve mekan kolluyordum, bundan iyisi olmaz en iyisi ben bu kitaba yazıldığı topraklarda başlayayım dedim. tabi kitabı okumak için çok da zamanım olmadı, mühim olan o başlangıcı yapmış oldum sadece ama olsun kitabım bana manevi bir haz veriyordu onun yanımda olduğunu bilmek, her an okunmaya hazır bir halde duruşu gerçekten evlaydı.

yolculuğun en canalıcı kısmı toledo'dan ayrılıp la mancha bölgesinde ilerlemeye başladığımız zaman dilimiydi herhalde, asıl hedef bundan sonrası gibiydi aynı zamanda. sierra morena( esmer dağ) geçilecek ve aşağıya cordoba, sevilla, ve granada'ya doğru gidilecek. yıllardır hayalini kurduğum endülüs toprakları.



la mancha bilindiği üzre Don Quıjote'un memleketi ve yeldeğirmenleriyle ünlü bir köye sahip, bölgede bir de Don Quıjote rotası bulunuyor, rota'ya ilişkin bilgileri bölgedeki tabelalardan takip edebilirsiniz. ama zamanın orda durduğunu her giden hissedecektir herhalde, her yerde her şeyde bir kıpırtısızlık söz konusu, büyülü bir fotografın içinde ilerliyormuş hissine kapılıyorsunuz. çevredeki evlerin duvarlarında da Don Quıjote ve Rocinante siluetlerini görmek mümkün.

çok özür dileyerek bu yazıyı burda sonlandırıyorum bu sıcak istanbul gecelerinde bir masanın başında oturmak hiç kolay bir iş değil. bir de üstüne üstelik bir sinek musallat oldu, ben kendimi banyoya atıyorum ıslanmak suretiyle serinlemek eğilimindeyim. istanbul'un mahveden bu yaz sıcaklarından ve dahası yaz mevsiminden pek hazzetmediğimi daha evvel söylemiştim sanırım. kış çocuğuyum ötesi yok.


6 Haziran 2012 Çarşamba

uyku

uykumu otel odalarının pencerelerine, duvarlarına ve şöyle uluorta boşluğa bıraktım. diyebilirimki uykum ben hariç heryere, dibe köşeye girdi çıktı eğleşti. ben uykusuz kaldım, uyku yitimi, uykusuzluk, insomnia.

gün içerisinde bir gölgeye sığınıp yeşilin üstünde uyumak istiyorum. bu hayalin içinde hayaller kurmama sebep oluyor. geldik mi yine cazibe hanım'ın gündüz düşlerine.

düş görmek için uykuya hacet yok. lakin uykuya ihtiyaç duymayan rüya uykuya aç gözlerim ve bedenime maalesef deva olamadı.oda arkadaşımın gece istem dışı gürültü yapacağını nerden bilebilirdim, ve tabi beni bu sesin uyutmayacağını.

1.gece lizbon: çok yorgun bir şekilde odama geldim, hemen uykuya dalıp sabaha kadar aralıksız uyuyacak gibi hissediyordum kendimi. ama iki saatlik uykunun ardından uyandım ve bir daha sabaha kadar uyuyamadım.

2.gece lizbon: çok yorgun bir şekilde odama geldim, gün boyunca koşuşturma ve telaş uykusuz olan bedenimi olağanı aşan bir yorgunlukla kendini gösterdi. yatağıma yattım tanrım bu gece ses olmaz umarım dedim. ben de şöyle sakince uykunun koynuna bırakırım bedenimi diye düşündüm. ama olmadı. yine döne döne yatağın her noktasına temas ettim.

3.gece porto: çok yorgunum bugün gün istenmeyen tatsızlıklarla her zamankinden biraz  daha yorucu geçti. bize iyi gelir biraz da neşeleniriz düşüncesiyle akşam kendimizi portonun renkli sokaklarına emanet ettik. ben dönüş yolunda sanırım hiç susmadan konuştum, ve dedim bu sersemlikle güzelce uyurum, uyku alır beni yanına. ama olmadı üç saat ha uyumuşum ha uyumamışım uyandım. bir daha da uykunun yüzünü görmedim.

4.gece madrid: çok yorgunum elbette çok da uykum var. akşam yemeğinden sonra hareket olsun çevreyi gezelim biraz yürüş yapalım diye üç beş kişi dışarı çıktık. dedim ben bu güzel temiz havada bu kadar yürüş yaptım kesin akşamdan sabaha mışıl mışıl uyurum. ama olmadı, uyku benle bağını kopardı. ama otelin pencerelerine devasa  ağaç gövdeleri stickerları yapıştırmışlardı sabah gün doğarken o alacada kendimi bir ormanın kuytusunda hissettim. bu his herhalde beni akşama taşır diye düşündüm. uyumuş olsaydım farkedemeyebiliridim.

5.gece madrid: çok yorgunum artık ayaklarım, bedenim benim sözümü dinlemiyor. bir yerde sabitlenemiyorum. sabah oda arkadaşımın uyurken gürültü yaptığını yolculuk esnasında tanıştığım arkadaşım füsun'a söyledim o da istersem odasında kalabileceğimi söyledi. rehberimiz laf arasında gürültüden uyuyamadığı için kulak tıkacı kullandığından söz etmişti ondan yardım istedim. ama gün içinde yaşanan tatsız hadiseler bu durumu akşam olana kadar zihnimden çıkardı. akşam olunca da resepsiyon görevlisinin çizdiği yanlış krokiyle eczaneninin yolunu tuttum. aldığım tıkaçlar beni yine üç saat uyuttu. sonrasında uyandım elbet, baktım yalıtım filan yok dedim bari kulaklarım rüzgar alsın.

6.gece granada: çok yorgunum, gece granadanın kenarlarına köşelerine meydanlarına küçük bir yolculuk yaptık. odasında üç yatak olduğunu söyleyen füsun beni uyumam için odasına davet etti. ama ben yine uyuyamadım. tevdili mekanda ferahlık vardır ilkesinden yola çıkarak sabahın ilk saatlerinde üçüncü yatağada yattım. değişen birşey olmadı.

7.gece cordoba: uykusuzum uykusussun uykusuz.

8.gece sevilla: bu gecede uykuyu aramak için füsun'un odasına gittim. zulasında küçük bir şişe mey varmış. içtik biraz dans ettim ve sabaha hazır olmak için yatalım dedik. ve uyudummmmmmmmmm. sabah bunu cümle aleme kahvaltıda duyurdum, herkes bu duruma çok sevindi.

9.gece barselona: çok yorgunum. kesinlikle uyumam lazım ama oda arkadaşım biraz üşütmüş genzi tıkalı. bu durumu imkansız hala getirdi, desibel yükseldi yükseldi ve yükseldi, hiç düştüğü olmadı. gül parmaklı şafak seninle iyice ahbap olduk, belkıs beni de bekle günü beraber aydınlatalım.

10.gece barselona: bu son gecemiz, geceyi büyük bir oranla dışarda geçirdik. bu bir uyku feragatiydi zaten. ama insan yine de kalan süreyi uyuyarak geçirmek istiyor. üç saatse üç saat, dört saatse dört saat.ama olmadı ey okur ya da daha güzeli eski tabirle ey karı ( bir yerlere şapka koyun ama harf üstü anlamında)

11.gece çamlıca: yorgunluktan oturduğum yerde kalıyorum. biraz yemek biraz banyo ve nihayet yatağım. yattım ve sabaha kadar deliksiz bir uykuyla güne başladım. sanırım uykumu istanbul'da bırakmışım.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

vize

sonunda vizemi aldım, ara ara vermeyecekler diye korkmadım değil. öyle acayip davranıyorlar ki sanki insan değil başka birşeysin. halbuki yalnızca bir süreliğine ülkelerine gidip geri geleceğiz bunu bu kadar sorgulamanın sorun etmenin ne manası var. (tabi öteki durumlardan da haberdarız ama öyle olmadığı halde o muameleye maruz kalmak çok feci )

aman efendim neyse ben vizemi aldım, haftaya yeni ülkeler yeni şehirler görmeye gideceğim. fazlasıyla heycanlanmaya başladım. yıllardır hayalini kurduğum ve aylardır canımı dişime takıp para biriktirdiğim seyahatimin sonunda gerçekleşmesine çok az kaldı.

bu ara hem seyahat kitapları okuyorum hem de ders çalışmaya çalışıyorum. insan yalnızca yapmak istediği şeylerle hemhal olamıyor tabi, bazı zorunlulukları yükümlülükleri ya da sorumlulukları diyeyim yerine getirmek durumunda, yoksa yaşam devam etmiyor. dünya acı çektirmek için dönüyor gibi.

ben acı çekmeye bir süre ara vereceğim, döndüğümde de yine bir süre ağzım açık gezerim sonrasında nasıl olsa koşullar beni istesem de istemesem de eski hayatıma ve acılarıma gerisin geri döndürecek. hiç kaçarı ve kurtuluşu yok.

önce atlas okyonusunu göreceğim, bir zamanların dünyanın bittiği yer olarak adlandırdıkları yere kadar gidip, sonra ispanyol güneşi ile ruhumu ısıtmayı planlıyorum.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

ağırlık

ağırlık mı hafiflik mi diye sual etsem hiç teredddütsüz herkes hafiflik diyecektir, hafiflikten yana olacaktır. hafiflik geniş bir salonda açık pencereden giren rüzgarın beyaz tülleri havalandırıp havalandırıp ortaya güzel esintili bir hava akımı sunmasıdır adeta. ama yine de hafifmeşrep diye de bir kelime üretmişiz, hafifliğe kötücül anlamlar yükleyerek sanki onu yoksaymışız. bizden olmayanı dışlamak, toplumun dışına itip insan koşullandırması sağlamak. muteberliğe uymayan davranışlar, o ağırlığın altında ezilmeyen insanlar bilince varamaz gibi.


bugünlerde yaşamın ağırlığı altında her zamankinden çok daha ezildiğim doğrudur. niyeyse belimi doğrultamıyorum oysa sorun oluşturabilicek hiç bir şey yok ( yani olmaması lazım ) ya da hayatın kendisinden daha önemli ne olabilir. bilmiyorum ama insanın kendisi sorunsuz bir hayat isterken nasıl oluyorda bu kadar sorun açabiliyor dünyaya.  birtakım kötülükleri ortalık yere saçanlar var ve de bir de bela çekenler. ya da yalnızca ben miyim sorunsuz ve de huzurlu bir hayat arayışında olan. onca saçma sapan sorumluluğun altında hiç gıkı çıkmadan kuyruğu dik tutmaya çabalayan.

ama bu kadar ağırlık ve hafiflikten bahsetme sebebim aslında Milan Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı kitabıdır. kitabı biraz geç okumuş olmaya hayıflanaraktan o zamanlar herkese tavsiye etmiştim. kitaptan uyarlanan filmi izlemiş olmak belki de onca zaman kitabı okumama hep engel olmuştu, bu cümleyi de kuraraktan biraz daha hafifleyeyim hiç olmazsa. kitabı okuyunca da aslında üstünüze bir ağırlık çöküyor hiç kuşkusuz, ama bu sizin hayatta duruşunuz aynı zamanda, dert edindiğiniz şeyler de sıradanın ötesine düşecek elbet. ayrıca kitapta süreki olarak kundera'nın karakterinin nasıl davranacağına ilişkin sesini de duyuyorsunuz, ama bu anlatım sıradan bir anlatıcının sesinden çok farklı sizi daha da meraklandıran bir ses John Berger'ın kitaplarında da olan bir dıştan gelen içses gibi. John Berger gibi dememin tek sebebi Berger'ın bazı kitaplarını yalnızca daha evvel okumuş olmam.

kitabın ilk bölümünden kısaca özetleyecek olursam " yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yenileniyorsa, İsa'nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir. bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. sonsuza kadar yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. sonsuza kadar yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.

bir hayatımız var, hiç birşeyin sorumluluğu altında bu denli çökmemiz gerekmiyor. Ya da Thomas'ın dediği gibi sadece bir kere olan şey, hiç olmamış sayılır. yaşanacak tek bir hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez.

yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın? yaşamın hep bir taslak gibi olması da bundandır işte."

biricik hayatımın ikinci perdesindeyim ama birincisinden bir şey öğrenemediğim de bir gerçek. sorumluluklarımdan mı  azadeydim acaba her kesin vurgu yapa yapa büyüttüğü ben, büyüyünce dünya daha güzel bir yer haline dönüşmüyor, bildikleri için mi büyüttüler beni yoksa. şaşırtan sorular hep sorulmaz ki.









5 Mayıs 2012 Cumartesi

sarı (van gogh)

esmer bir çocuktum hatta kara da diyebiliriz. ki çocukken genel olarak kara kız şeklinde bir çağrılma biçimi bahşetmişti insanlar bana. ziyadesiyle koyu olan ten rengimi annem hep sarı tişörtler, sarı etekler ve sarı şortlarla süslerdi. kontras oluşturuyordum herhalde sarıyla, beyaz çarçabucak kirlendiği için giyindirmiyordur büyük ihtimal, en içre parçalar hariç tabi, bir çocuk beyaz rengi taşıyamaz. ben o yüzden ergenlik dönemi ve sonrasında, kendi giysilerim üzerinde söz sahibi olmaya başladıktan sonra da diyebiliriz hiç sarı renkte bir şey giymedim. beyazla da çok geç haşırneşir oldum misal.

diyebilirim ki van gogh'un odasının resmini çok sevmem beni sarı renge yakınlaştırdı. bu yakınlaşma yeni olmuş değil fakat bu aralar fazlasıyla van gogh resimleri görüyorum sarı renk aklıma geldi. sarı için hep hüznün ve depresyonun rengi diyorlar buna da inanmıyorum. bence sarı güneşle aynı renk olmasıyla insanın içini aydınlatan, insana mutluluk veren bir renk ve her daim ayırtedilebildiği, göründüğü için de çabuk farkedilebilen bir renk. van gogh sarıları, onun ışığa koşması gibi beni de kendine çekiyor. sarı van gogh'tur van gogh'da sarı.

sarı'nın çok tonu var elbet diğer renklerin de olduğu gibi. bu renklere kim isim veriyor zaten hiç anlamıyorum. ama sevdiğim renk isimleri arasında carmen kırmızı vardır, olacaksa kırmızı carmen olmalı ya da daha koyuca tonlu siklamen (cyclamen çiçeği) kırmızısı.

renklerle barıştım da diyebilirim aslında, sanırım büyüme halinin yanısıra getirdiği bir şey,  renkli olma haliyle, ama dolap yine de çok içi açıcı renklere sahip değil tam olarak.

" Sarı,En parlak renk. Dikkat çekmek için çığlık atar; bu yüzden uyarı ışıklarında sarı tercih edilir. Ayrıca dikkat çekiciliğinden dolayı dünyada taksiler sarıdır. Sonbaharın da baskın renkleri sarı ve sarı-turuncu, duygularımızı yakalayan, güçlü bir çekiciliğe sahiptir. Neşeyi anlatır. Sarı zeka ,incelik ve pratiklikle de ilgilidir. Toplumsal yaşamı ve birlikte çalışmayı yansıtan bir anlamı vardır. Geçiciliğin sembolüdür.Sarı ayrıca hüzün ve özlemin rengidir. Sonbaharın tüm hüzünlü güzelliğinde onun her rengini izlemek mümkündür." bu ara bilgiyi wikipedia'dan aldım, mantıklı bir  şeyler de olsun dedim.


2 Mayıs 2012 Çarşamba

karamela

haydar ergülen'in karamela isimli bir şiiri vardır, en sevdiğim şiiridir. ikinci sevdiğim şiiri ise atlı'dır.  ama şiiri sevmemin yegane sebebi bana yazılmış olduğunu düşünmem. adıma da uyuyor gibilerinden bir anıştırmam da var. carmen'e de çok sahip çıkarım misal.

akşam vakti aklıma geldi şiir, neden paylaşılmasın dedim. bir ara çantamda tarçın gezdirirdim, bir sahlep firmasının hediyesi küçük bir paketti.

Karamela

Yanık şekerim sert, hayatsa daha berbat,
ikisinin de aynı kağıttan çıktığını unuturdum
unutmasına da, ben tuttum birini sevdim,
hayatı nasıl sevdiysem onu da öyle sevdim:
Tarçın Kokulu Kız, Carmen, Ay Carmela...
O nane likörüne bayılırdı ama, ben onu
sıcacık bir kahvenin dumanına benzettim,
o da beni birine benzetmiş olmalı ki, tuttu
aşk derdine düştü, şimdiyse terketme sevdasında!
Aşk dünyaya bizden önce gelmiş de erkenden
açmış gibi dükkanını, onun kokusuyla tanıdım
aktarları, acı sözlerini aşkın tuzu biberi saydım,
onun huylarıyla karşılaştım eski tuhafiyelerde:
Aynalı Pasaj, Bonmarşe ve Altın Düğme...
Biri birine uymayan binbir huy, binbir çeşit,
bir dükkana rastladım duvar taş, kapı kilit,
ne tatlı sözlerim açabildi ne iyi huylu şiirim,
karamela dükkanı olduğunu en sonunda öğrendim!
Şimdi yanık şekerim sert, hayat ondan da dert,
ben zaten tiryakiyim, ayrılık aşktan da berbat!

Ah karamela şekerim, aşk tatlı da insanlar berbat! 

25 Nisan 2012 Çarşamba

artık

hangi hikayenin artığıyım acaba. hiç bir şeyin içinde olmayıp her şeyin kıyısında ya da uzağında, kaptıramıyorum kendimi.  hiç bir şeyin öznesi. kimsenin bana bulaşmamasının geldiği sen nokta.

bugün kendimi üsküdar'a emanet ettim. üsküdar'ı hiç sevmem, gönlünü kadıköy'e vermiş biriyim, hele karşıya geçmişsem vapurdan inerken evime geldim sonunda diye mutlu olurum. üsküdar aslında güzel de insanların da sorun var. o tarihi dokuya sahip avrupa şehirleri turizmle ihya oluyorken, biz kaldırımlarımızı çöple besliyoruz. kendisine şans verilseydi eminim çok güzel tarihi bir semt olmayı başarırdı. tarihiyle övünüp, aynı zamanda bu kadar nankör olan da başka bir millet yoktur herhalde. koruyalım yok, çıkarlar ve rant sözkonusu hayatımızda. halbukü meydanın ortasında kocaman iki adet Mimar Sinan'ın yapmış olduğu cami ve bir tane de kendi adıyla anılan  çarşısı var. fakat bu çarşının içi anladığım kadarıyla gelinlikçi dolu.

içerlere doğru daralan sokakları sizi tepelere doğru çıkarıyor, küçük kesme taşlı aynı zamanda bu sokaklar yürürken kendinizi farklı bir zamanda hissettiriyor size.eski ahşap evlerin kararmış tahtaları kimilerinin içinde yaşayanı yok, kimi çökme tehlikesiyle başbaşa, ayakta kalmaya çalışıyorlar inatla ve aralardan yamuk yumuk başını uzatan çirkin betonarmeler.

bir de şehri herşeyleriyle kuşatan insanlar. insansız şehir olmaz fakat kaldırımlarda yürüyebilelim istiyorum ve yanı sıra daha az gürültü. biraz sessizlik. kendimi fazlalık gibi görüyorum.

az kaldı bu şehir atacak beni artık safrasından. üsküdar sahilinde çimlere oturdum boyna karşıya baktım, kulelere. hatta bir tanesinin çatısı tutuşmuş yanıyordu meşhur Gökkafes, gökyüzünü siyah bir bulut kapladı. bunca bulutlara doğru yükselen binaların yangınlarını nasıl söndürmeyi düşünüyorlar ilerde acaba, helikopterli itfahiye araçlarının sayısının artması lazım tabi  sonra kepçeleri boğazın serin sularına daldır.


19 Nisan 2012 Perşembe

fıtık

belimde fıtık varmış, çektirmiş olduğum mr'ın neticesi buymuş. doktora teşekkürlerimi sunup yanından ayrıldım. inanmak istemediğim için mış'lı miş'li cümleler kuruyorum.

zaten fıttırmama az kalmıştı, artık bahanem de var.

15 Nisan 2012 Pazar

pazar

pazar günlerinin ayrı bir ıstırabı var hiç bir zaman geçmeyen her pazar kendini hatırlatan ve hatırlatacak olan bir acı. maalesef pazar günleri çocukluk yıllarına götürür bizim kuşağı. çocukluk günleri malum yıllara denk geliyor. o yıllar oluşuyla mı yoksa çocuklukla mı ilgili tam olarak bilemiyorum şu an. ama bu sabah uyandığımda eskiden  bir soba yakılması telaşı olurdu, pat pat küller sallanırdı sanırım bu sesi duydum yataktan çıkmak için son uyarı olurdu bu.

sabah sabah pazar gününü anımsamak duyumsamak özümsemek hiç istemediğim bir şeydi halbuki. mümkün olan en kısa sürede sonlanmasını istediğim bir gün pazar. pazar günlerinin ayrı bir de yalnızlığı olurdu galiba, hafta içi okula gidersin, cumartesi yine aynen devam eder. ama pazar günleri evde ağır bir baba havası dalgası, kuşatılmışlığı ile yaşanırdı. yaramazlık yapamazsın, herkesin babası evde olduğu için kimseyi göremezsin, sokağa yalnızca ekmek almak için çıkılır özellikle kış günleri.

çocukluk gerçekten gökyüzü gibi hiç bir zaman kaybolmuyor. her durumda her zaman kendini hatırlatıyor bazan iyi hatıralar bazan açmazlarla duyumsatıyor kendini. ama bu çocukluk aynı zamanda çok da belalı bir şey, insanın yakasından düşmemesiyle oranlı.

hava açacak galiba,

14 Nisan 2012 Cumartesi

sırılsıklam

havada bu denli yağmur kokusu olduğunu farkedemedim. sabah evden çıkmadan beş dakika düşündüm. yağmurluğumu mu giysem yoksa deri ceketimi mi, süet çizmelerimi giymesem mi acaba. yanıma şemsiye alacak kadar yağmur yağmuyor, yüketmeye gerek yok öğlene açar bu hava dedim ve deri ceket, süet çizme ve de şemsiyesiz olarak çıktım evden.

kapalı bir yerde gün yüzü görmeden çalıştığım için dışarda güneş mi açmış, yoksa kar mı yağıyor yahut hortum mu çıktı bilmeden çalışıyordum. mesaimin bitmesine beş dakika kala yeğenim aradı " canimen dışarda şimşekler çakıyor yağmur yağıyor otobüsün tekerlekleri kayıyor sen kaldırımdan yürü otobüse binme" dedi. ben de peki oğlum kaldırımdan yürürüm dedim telefonu kapattım. ardından kardeşim aradı "dışarda çok yağmur yağıyor istersen otobüsten bizim orda in, yoksa çok ıslanırsın" dedi.ona da tamam dedim telefonu kapattım.

dışarı çıkmak için binanın kapısının önüne geldiğimde herkes tek sıra halinde yanyana dizilmiş saçağın altında bekliyordu.yağmur pek de duracağa benzemiyor, başka çare yok mecbursun dedim kendime. yüreğinden başka hiç bir şeyi olmayan bir kahraman edasıyla kendimi boşluğa bıraktım ve macera başladı. bu macera nerde ne zaman ve nasıl sonuçlanacak acaba.

durağa kadar yürünecek bir dört beş dakikalık yolum vardı, yolun son bölümüne geldiğimde yol  dere olmuş akıyordu haydi dedim iki zıplayışta geçersin sen burayı.su benden daha yaman çıktı tabi, ki bugüne kadar suyun önünde durabilen hiç bir güç olmamıştır. ama bu derenin başlangıcıymış zaten otobüsle geçerken asıl çağlayanı gördüm yan yollardan akan bütün suların akamadığı bir noktada her araç geçişinde bir insan boyu yükseliyordu su. hala mı dedim oysa yılda en azından iki defa bu yolları söküp söküp baştan yapıyorlar.

otobüsten inince yine mi dedim burda da yollar küçük dere hesabına akıyordu. yol boyunca sulara bata çıka ve gökyüzünün de  tepeden  devamlı suretle ıslatmasıyla nihayet eve varabildim. yol boyunca kafamı önüme eğmek zorunda kalmıştım zaman zaman kaldırdığım da ise gözlerime giren yağmur damlasını çıkarmak için gözümü ovuşturmak.

eve geldiğimde önce ıslanmak suretiyle ayağıma yapışan ayakkabılardan kurtuldum önce, sonra ceketimi çıkarırken aynada kendime baktım evet tam da tahmin ettiğim gibi saçlarım  kafa derime yapışık bir haldeydi ve uçlarından sular damlıyordu. gözlerimin çevresinde bir renk cümbüşü vardı. ceketi çıkarınca farkettim çeketinboyun boşluğundan faydalanıp içeri süzülen yağmur hırkamın ve gömleğimin omuz kısımlarını da epey ıslatmıştı.

değişime ayaklardan devam ettim malum sıcak tutmak gerek.






11 Nisan 2012 Çarşamba

alaca

gün bitmek üzre, en azından aydınlık kısmı (yani yirmidört saatlik dilimi düşününce), geceye hazırlanıyor her şey artık. güneş denize battı batacak. ortalık alaca. nisan şakasını yapmaya devam ediyor belimden aşağısını bir battaniyeye sardım, ama biraz sonra ayaklarıma da bir takviye yapacağım. soğuk yine soğuk .

bizim ankara'da öğrenciyken eryaman'da otorduğumuz evin bir odası vardı ona alaca oda adını takmıştı arkadaşlar, ya da meditasyon odası. oda küçük ve karanlık bir iç odaydı, ve onun da için de bir banyo vardı. ev kırkbeş metrekare'ydi zaten. içi dolu turşucuk tabiri çok uygun ev için. odanın iki adet de küçük penceresi vardı onbeş santime yirmibeş santim ebatlarına sahip bu pencerelere de havlama penceresi adını takmıştı arkadaşlar , canı sıkılan havlardı.

alaca duygular içindeyim, kararsızlıklar mı bu kadar çok rengini belli ettirmiyor yoksa yapılacak işlere koyacak heyacanım mı yok. bir isteksizlik, yoruldum diyememek. sorumlulukların bu kadar ağır koşulları olması kürek mahkumları benim kadar acı çekmiyorlardır herhalde.

ben de o yüzden böyle gitgelli duygulara sahibim, ruhum çoğunlukla bedenimden uzak bir yerde bensiz gezmelere çıkıyor. ama onun da gidebildiği pek bir  yer yok. şöyle hava nasıl diye bir dışarı bakayım dedim alaca kelimesinden ankara'ya kadar uzandım.

 türlü türlü bahaneler derdi özgür.

ama ben yine bir dizeye kulak vermek istiyorum buna mecburuz galiba. yolumuzu bulabilmek için yani ihtiyaç hali.

"kimileri kaybetmeyi sever, bazı atlar yalnızca tersine yarışır" bir dost diyelim.

ama en sevdiğim atasözlerinden birini de yazayım. insanın alacası içinde hayvanın alacası dışındadır. varın gerisini siz düşünün.bu sözü bir gün arkadaşıma söylemiştim de inanmamıştı böyle bir cümlenin varlığına dileyen ömer asım aksoy'a başvurabilir.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...