20 Aralık 2014 Cumartesi

hediye

Her yılı yoğun bir çalışma haliyle bitiriyorum, neredeyse yılın son anına kadar çalışıyorum. yılın son haftaları  yoğun bir mesaiyle tatil yapmadan geçiyor, tam bitiyor dediğim yıl işte o an bitmiyor daha da uzuyor sanki.

Nerede olduğumu ne hissettiğimi unutarak, bilmeden hediye paketi yapıyorum. irili ufaklı dikdörtgen kare paketler, en fenası da bu biçimsel kategoriye girmeyenler. Nasıl yapsam da şu renkli kağıtların içine tıkıştırabilsem bu belirsiz cisimleri diye sıkıntılı sıkıntılı önümdeki nesneye bakarım kimi zaman. Hediye illa renkli kağıtlara sarılıp fiyonklanmalı  mıdır.

Sabahtan akşama böyle paket yaparken ben bir öyküyü kurarım kimi zaman. Sevdiğim şeyleri gördükçe bana hediye edilmiş olsaydı ne hissederdim, acaba kim hediye edebilirdi bana bunu diye düşünürüm. Yeni bir yılı geçtim yıllardır doğum günümü bile kutlamıyorum, haliyle kimseden de paketlenmiş yahut paketlenmemiş bir hediye aldığım yok. 

Her yılı büyük bir heyecanla  bekleyip yılın yarısında sıkılıyor nefret ediyorum yeni yıldan. Ya yaz mevsimini sevmediğimden ya da yılın geçen zamanının bir derde deva olmayışından. Tekrar beklemeye başlıyorum yeni yıl gelse de kurtulsam bu hiçbir işe yaramayan yıldan deyip başlangıçları tazeliyorum içimden.

ama  yılın bu son ayları saydıkça çoğalan, artan bir zamana dönüşüyor. Ben tüm bu sıkıntıları kovmak için saat tam on ikide dans etmeyi hiç aksatmıyorum.


9 Aralık 2014 Salı

Yılkı

Yorgunluğumu yılgınlığıma veriyorum. Cenk meydanı tatmış biri olarak kendimi ata benzetiyorum, en çok toprak onun ayaklarının altında eziliyor, en çok o koşuyor. Veda eden atlar gibiyim, gözüm buğulanıyor, boğazıma takılıyor sesim. Ezberden, düzmeceden sıkıldım artık. Yok mudur başkaca bir şey. İler tutar bir yanı olan, elimizde parçalara ayrılmayan bir şey.

Dönüşleri tamamlamış gibi düşünüyorum artık, dervişlik bitti. Sabreden peygamber olmayacağım bundan sonra. Yaşlılığı ele alıp ağzıma ne gelirse söylemek, saymak istiyorum- sövmek manasında- .

Yarınları katlayıp katlayıp yastığının altında biriktir, neye dir kime dir bu biriken, çoğalan umut. Yok karşılığı sesin.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Pembe

Nerde durur renkler, fırçamı hangi karanlıktan hangi kararlılıkla çıkarsam. Kendimi yapıştırıyorum duvara boynum bükülüyor sola doğru. İç bükey bir şey bu uçlarımda hissediyorum ağrısını. Tepemden başlıyor herşey avuç içlerimden ayaklarıma kadar devam ediyor. Bükülüyorum, ısıl işlem görmüş demir gibi, cam gibi. ya da soğuktan büzülen  bir kuş gibi kayboluyor ayaklarım, ağzım.


Tütün kesesindeyim bir elma da benimle birlikte, kendimizi güneşten ve nemden korumaya çalışıyoruz. Bir el devamlı bizi karıştırıyor, üstümüze bir örtü örtüp çekip gidiyor sonra. Neden duruyorum ama yok olmuyorum.

Bir kokunun içine mi kapattılar beni, dağılıyorum yalnızca , geziyorum havanın içinde her şeye değip hiçbiryerde kalmadan. Herkese gidip hiçbirşey demeden aynı hızla geri çekiliyorum mevcudiyetime. Bir fırça bulmalıyım, bir renk, kokusu güzel.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Kıyı

kendimin ve martıların kaderine bir ooh çekiyorum. Biz denizin çocuklarıyız, denizin açları. Denizle biriz, denizle hürüz. Kimi zaman içindeyiz kimi zaman dışında. Gökyüzünde mucize olmaz, denizin üstünde de öyle. Kanatlarımızı suya değdiriyoruz, denizden bir avuç su alıyoruz. Ab-ı hayat.

Sabahtan akşama değin koştursak şu denizin üzerinde sesimiz havada asılı kalır. Bir anlayanımız bulunmaz. Kimileyin kıyıya, bizi görmeye, sesimizi işitmeye insanlar geliyor. Canı sıkılmış budalalar. Yazın en çok biz gidiyoruz şehrin içlerine doğru, insanların arasına. Sonbaharla beraber denize gelen bereket yazın kayboluyor, aç kalmamak için içerlere doğru ilerliyoruz. bizimkisi karın tokluğu. evlerin çatılarında, yol kenarlarında bir ses.

denizi en çok kışa doğru seviyoruz, suyun üstünde küçük ışık oyunlarının olduğu zamanlar, keskin soğuğu kesen güneş, eteklerini kaldırdığı zaman balıklar da üşüşüyor kıyıya, yüzeye yakın yerlere. onlar da güneşin cömertliğinden yararlanmak istiyorlar. bizim bereketimiz bu zamanlar oluyor.

ufka doğru bakmak, denizin daha içine gitmek, kimsenin görmediği balıkların yanına sokulmak. kıyıları insanlara terketmek bir anlamda. kedilere terketmek.

sonra gelsin balık tezgahlı akşamlar, sarı ampullerin aydınlattığı derya kuzuları. desek ki biz senfoni severiz martı sesli, dalgalı bir senfoni, rüzgarı hep arkamızda hissetmek isteriz, kaybolmamak için.



7 Kasım 2014 Cuma

alpin çayırlar

tepemin üstünde bulutlar, alpin çayırlar üzerindeyim sanki.



her yaz her kış döngüsel zuhur eden dünyanın benim dışımda kalan kısmı. ben kendimi bulutlarla avutuyorum ama. bahar bulutlarıyla. bir duyguya mı hasrettim arttı, ne oldu. sokakların kararlığında bir şey var, bana göstermiyor hiç kimseyi. ben de çıkmıyorum artık caddelere, akşam gezmelerine.

unutuldu dünyamın büyük bir kısmı, bir çöl fırtınısnda. kum tepelerinin içinden bir fal çıkar mı. remil.
















5 Kasım 2014 Çarşamba

Zamanlı-sız

her şeye aynı anda sarıldım. sanki bunca yılı, bunca zamanı boşa harcamış gibi hissediyorum kendimi. yaşadıklarımdan bir pişmanlığım yok açıkçası, sadece zaman biraz daha iyi kullanılabilirdi, o kadar. Yıllardır yapmayı düşünüp de yapmadığım şeylerin hepsini destursuz bağa girmiş gibi kendimi yok edercesine yapmaya koyuldum. Annemin tabiriyle canımın kıymetini bilmiyorum. Bunca yıl bu canı orda burda gezdirip, tuhaf şeylerle eyleyip yordum. bundan sonrada canım, bu sebepten hiç olsun, nasılsa bu can hiç olmaya teşne.

iş-güç hayatımda kocaman bir alan kaplıyor, haftalık durum değerlendirildiğinde işe gitmedğim gün sayısı bir. bu da hayatta biraz yenik bir ifade yaratıyor, bir gün hiç birşeye yetmez, bir gün hiç bir işe yaramaz, bir günde olmaz öyle güzel şeyler. hayat bir güne sıkıştırılamayacak kadar önemli velsahasıl.

yazmak sevdasına düştüm. nasıl  olur, nerde olur, ne zaman olur, kim olur  derken kendimi bir "güzel yazı atölyesi"nde buldum. okumak, yazmak çok meşakatli yorucu bir iş. kolay yazılmıyor, kolay olunmuyor tatbiki olarak yaşıyorum bu durumu. her kelimenin neredeyse çıkış anına yakalayacağım.

koltuğumun altındaki karpuzları çoğaltmak gibi bir halim yoktu aslında. yıllardır bir yüksek lisans tezi yazamamış ben, bu yıl tarih bölümüne de kayıt yaptırdım. kayıtdan sonra bana çalışmam gereken bir sürü kitap verdiler bir torbada. peki dedim, bu da kabulüm. ne kadar giderse.



23 Ekim 2014 Perşembe

komodin

bugün kardeşcağazıma alacak bir şeyler arayışında kadıköy'de dolaşırken kendime bir komodin aldım. nasıl ama, niyetler, kısmetler karışabiliyor.  pazarlığı iyi yaptım diye düşündüm, babam düz olsaymış bari dedi, tabi bu düzlük nerede sorusunu hiç düşünmüyoruz, ödemeyi yapmadım daha istersen sen de bir pazarlık yap dedim, sen alıcı olmuşsun, istekli davranmışsın daha olur mu dedi. yükledik komodini arabaya eve getirdik. annem, buna kaç para verdin dedi, ekledi insanlar bunları artık sokağa atıyor sen bir de üstüne para verip alıyorsun .bu insanların sokağa attıklarından değil dedim, bak oymalı kakmalı.

kardeşim, güzelmiş, bunu nereye koyacaksın dedi. ve meseliyi dillendirmiş oldu.

benim bir yer sorunum var. ha bire bişeyler taşıyorum eve. koltuklar, sandalyeler, porselen takımlar ve bir sürü dekoratif şey. hepsi çatının derin ve sessiz karanlığında duruyor. benim bir evim yok, benim bir odam var. ve o odanın ortakçısıyım bir anlamda, malum oda gayet sınırlı bir hacme sahip benim sokaktan alıp getirdiğim herşeyi kabul etmesi çok zor bu anlamda. kendimi her ne kadar sınırlamış da olsam kullanmayacağım şeyi almama, göremeyeceğim  eşyaları toplamama konusunda gene de bazan dayanamadığım şeyler oluyor ve hemen alıyorum.

 "ama deseni çok güzelmiş canımm, bir daha bulamam ki" yegane cümlem. dökül saçıl bitmiyor bu iş.

                                        
                                           bit pazarı, insanları heyecanlandıran bir şey.

istasyon

gözlerimi kapatıp tekrar açıyorum, hala buradayım. çok düzenli değildir oranın trenleri ama muhakkak her gün bir sefer olur dediler. gitmek için ertesi güne hazırlık yapmaya başladım.

trenin ne zaman geleceği belli olmadığı için sabah kahvaltıdan sonra toparlanıp erkenden yola düştüm. istasyona gitmek için de katetmem gereken bir yol vardı, oturduğum semt merkeze göre çok uzak ve sapa kaldığından bir hayli araç değiştirip istasyona öyle varacaktım. önce bizim semtten minübüse binmem sonra iki münibüsün kesiştiği kavşakta inip şehrin güneyine doğru ilerlemem gerekiyordu.

sonrası bekleyiş, belki vakitsiz bir bekleyiş, belki süresiz bir bekleyiş.

istasyona ulaştığımda saat epey ilerlemiş, güneş iyiden iyiye yükselmişti. bu güzelim kuşluk vakti de koşuşturmayı değil de sakinkliği severcesine yavaştan gökyüzüne doğru tırmandırıyordu güneşi. istasyona gelirgelmez hemen koşturarak içeri daldım, kapı zaten açıktı yaz rehaveti yahut yaz ağırlığı sinmişti heryere.

 istasyonun tek çalışanı olan ve elinde tuttuğu levhasının üzerinde dur yazan,görevi sadece  istasyona yaklaşan trene bu levhayı göstermek olan demiryolu işçisi şapkasını gözlerinin üstüne çekmiş uyukluyordu. paldır küldür ayak seslerim ve telaşım onu bir nebze de olsa bu tatlı uykusundan uyandırmıştı. nefes nefese karşısında durdum. çok sakin bir şekilde, istifini bozmadan gözleri yarı kapalı süzercesine sordu - nereye ? - tren için geldim dedim. - daha gelmedi dedi.

uykusundan uyandırılmış olmanın sersemliğiyle önce başını önüne eğip, sonra ellerini bacaklarının üzerinde şöyle bir gezdirip kafasını kaldırdı. - belki akşama doğru gelir dedi ve tekrar şapkasını gölzerinin üstüne çekip uyuklamaya başladı.

bu küçük istasyonda oturacak tek bir koltuk, sandalye namına hiç birşey yoktu. önce biraz sırtımı duvara yasladım, ayakta dikildim öylece. sonra kapının önüne çıkıp etrafa bakayım belki biraz zaman geçer dedim. alabildiğine sarı bir boşluktan başka bir şey yoktu dışarda. güneş iyice yükselmiş güzelim bozkırı  ışınlarıyla yakmaya başlamıştı. sıcakta bir sağa baktım bir sola baktım, karşıda bir iki ev seçiliyordu yalnızca, hepsi bu. hepi topu buydu. bu istasyonun ve çevresinin.

bu sarı istasyon ya da istasyoncuk, memleketin her yerine yapılmış olan bir örnek sarı istasyon mimarisinin bir parçasıydı, oysa trenle bu istasyonların önünden hızla geçerken ne üzülürdüm. daha yavaş, sakince geçmek isterdim, kimi kimsesi bekleyeni olmayan bu sarı yapının arkasını görmek isterdim. lokomotifimiz tüm katarı arkasına takmış bacasını tüttüre tüttüre bu istasyonları geçerdi. bir gün bu istasyonlardan birinde inip, bir sonraki trene kadar orada kalmaya karar vediğimi hatırlıyorum şimdi.

uzak geçmişimden bir şimdi peydağ oluverdi sanki, alacak verecek kalmasın diye yaşarsan olacağı budur.

keşke sigarayı bırakmasaydım ya da burda bir şey daha olsaydı. vakti beklemenin çok uzağındayım sanki, gideceğim yerin.

11 Ekim 2014 Cumartesi

serpantin, obsidyen

obsidyen taşını çok severdim eskiden.
 öyle elime almışlığım, tutmuşluğum filan da yok aslında. ben taşın oluşum şeklini seviyordum, sonra rengini. siyah oluşu, yanar dağın içinden sökülüp yamaçlardan aşağılara kayarak, kaynayarak inmesi benim için büyüleyici bir olaydı. gençtik tabi sert oluşumlar bizi çekiyordu. insan bir obsidyen taşına da sevdalanabiliyordu, bir yanardağa da.

şimdilerde  artık işlenmesi daha kolay ve rengi yine siyah olan serpantin taşını seviyorum. serpantin taşından yapılma küçük hayvan bibloları alıyorum. onlarda bir yerlerde duruyor ama kimbilir nerede. aldıklarımla da ilgilendiğim yok, her zamanki gibi almadıklarımın peşindeyim.

biriktirmek. kullanmadığım, daha doğrusu kullanımı olmayan,  yalnızca keyfe keder bir hoşluk için alınmış, maksatsız eşyalar topluyorum sanki. halbuki doğada herşeyin bir amacı vardır, varlığının da bir nedeni. dolayısıyla benim birikintiler de bir gün amacına uygun yerlerde olacaklardır diye düşünüyorum.

yalanızca düşünmek, hep düşünmek, kovalarcasına, kaçarcasına düşünmek. sonra değişmeyen koltuk ağrıları. bitmiyor.




29 Eylül 2014 Pazartesi

iskele

ağustos ta geçiyor, bu kavurucu bu her şeyi yutan sıcak. on beşi yaz on beşi kış ağustos, yazı çoğaltarak geçiyor.

kocam öldüğünden beri yalnızım, yalnızız. bir kızım var. satıp savıp her şeyi elde kalanlarla yaşlı madamın bu odasına yerleştik. yokuşun başında rutubet kokulu bir apartmanın ikinci katında oda, gide gele alıştı ayaklarımız ışıksız apartman merdivenlerini çıkmaya da, sessizce sokaklar boyu iskeleye inmeye de.

bahar geldiğinden beri her gün iskeleye iniyoruz. şehrin en kalabalık, en  curcuna yeri burası, yaşlı kadınlar yaşlı adamlar torunlarını eyliyor, eğlendiriyor ya da kendilerini. bizim dışımızda iskelenin müdavimi olan sucu ile simitçi, ayakkabı boyacısı ile şekerci de burada. kalabalığa hazırlık yapıyorlar, vapurdan inen yolcuları karşılamaya, oturuyoruz bankta.

işten çıkmış kadınlar ne kadara da renkliler, yazın renklerine bürünmüşler adeta. allı yeşilli sarılı hafif kumaşlardan gömlekler, tiril tiril etekler var üzerlerinde.

benim eteğim ve ceketim, çarşıya çıktığımız zaman almıştık, bu çantayla beraber. taşımaktan lime lime olmuş kolu, rengini kaybetmiş yıllarla beraber. malına güvenen satıcı eskiden büyük madamlar takardı demişti bu çantayı, ama şimdi ....zamanını şaşırmış gibi biraz.

bu yaşlılar hiç durmadan konuşuyor ve yiyorlar. en çok çocuklarından konuşmayı bir de torunlarının yaptığı yaramazlıkları anlatmayı seviyorlar. her zaman konuşmak için bir sebep de buluyorlar. dinlemiyorum onu, başımı çeviriyorum. kızından damadından onların yaşamlarından anlatıyor, sırf onlar yalnız kalsın baş başa olsun diye torununu dışarı çıkarıyormuş. çok çalışıyorlarmış, bir hafta sonları varmış yıkanıp paklanacak. ben uzun zamandır yalnızım, ufaldı bedenim küçüldü, bu tahta gibi göğüsleri, bu ele gelmez sıska bedeni kim neyapsın. ben uzun zamandır yıkanmıyorum da, arada bir boynumu siliyorum koltuk altımı. bu çocuğu da hiç yıkayamıyorum. neredeyse on ay olmuştur. kocam öldü beri biz böyleyiz.

banktan, vapurlara denize bakıyoruz boyuna. kız sorup duruyor her şeyi, aklına eserse hayallere dalıp bir şeyler de uyduruyor. cılız bu çocuk hiç büyümüyor, yeterince beslenemiyor, elbisesi de küçüldü iyice dizlerinin üzerinde kalıyor. bu yıl okula yazdırmak lazım bunu yaşı geldi. önlük almak lazım okul için.

kocam öldükten sonra patronu sıkıştırdı elimize iki aylık maaşını, her şey bitti. kolunu kaptırmış makineye önce, sonra nasıl olduysa kendini de kaptırmış makineye. kan akmaya başladı her yere dediler. anlayamadık, bir anda oldu dediler.

kocam. unuttum gibi onu da. hatırlamıyorum artık yüzünü. onu sevdiğimi. içimi artık bir kuruluk kapladı. üzülmekten acılaştım ben. atsam kendimi şurdan denize. ne kalır ki geriye. madamın oda kirası, yiyecek parası, kızın okulu.

ablama mı gitsem mahinur'un ilkokuldan kalma önlüğüne vardır belki. kocam öldüğü vakit gitmiştim de bir tuhaf karşılamışlardı beni. sanki artık abla kardeş gibi değildik. ablamın görücü getirdiği adamla evlenmedim diye miydi bütün bunlar. kocama kaçtığım için mi.

hadi dedim çocuğa. kızıma. karanlığa kalmayalım, serinlik çıktı gidelim.

bu şehirde iş nasıl aranır.




25 Eylül 2014 Perşembe

dediki

- kahvaltıda ne var.

- istersen yumurta pişir.

-iyi bari peynirli yumurta yapayım, çay taze miydi.

-çayı babana göre yaptım, sen geç kalkarsın diye, altını yak hemen kaynar zaten.

- haydi çay oldu. bugün hava serin miymiş.

-yok, baksana adaların üstüne güneşin pusu düşmüş. sen ne yapıyorsun kızım, bir canın var, hiç kıymetini bilmiyorsun. akşama kadar çalıştığın yetmiyor bir de gece yarılarına kadar kursa gidiyorsun. geldiğinde uyuyordum ben o saatte kurs mu olur.

- aman anne. ne yapayım yani hayat hep ev ile iş arasında mı gitsin gelsin.

- şu haline bak bir de hastasın. sen kınaya düğüne bile gitmezsin. napacaksın dans kursuna gidip. bir de orada yorul. bir tatil günün var onu da evde ayaklarını uzatarak geçir be mübarek o da yok.

- haftada bir gün iznim var anne, onu da evde oturarak mı geçireyim. hayat sokakta.

- sen hep böylesin zaten bir günde kıçını kakıp evde oturduğunu görmedim. akşam işten gelir tatile gidersin sabah tatilden gelip işe gidersin.

- vakit değerli be anne. yorgun olunca da işte çalışılıyor yorgun olmayınca da hem benim öyle ayaklarımı uzatayım da şöyle rahat edeyim gibi bir lüksüm yok. çay içiyor musun.

- doldur bir tane daha ama yarım olsun.

- biraz sonra çıkacam ben Canan'a gidecem kahve içmeye, gidecek gelecek bir şey var mı.

-yok. akşama kadar Cananda mısın.

-öğleden sonra Nadide ile karşıya geçeceğiz.

- napacaksınız acaba karşıda. Kadıköy'e de sığamıyorsunuz.

- değişiklik olsun dedik, epeydir geçmiyorduk karşıya.

- haydi ben çıkıyorum. hoşçakal.

-selam söyle. çocukları öp yerime.


19 Eylül 2014 Cuma

kahvedehane

güneş kendini bu sabah da göstermiyor. öğlene doğru belli belirsiz aralardan sızarsa ne ala. kuru soğuk, bozkır soğuğu. en çok ellerimde ve bacaklarımda hissediyorum bu soğuğu, çatlaklardan kan sızmaya başladı. gül aromalı vazalinler bile kar etmedi, soğuktan kabuk bağlamış, kuru dalları hatırlatan çatır çutur ellerime.

kışın fakültenin bahçesi de tenha oluyor, dersi biten soğukta dışarıda oturmaktansa sakarya'nın kızılay'ın yolunu erkenden tutar. herkes birbirini nasılsa bulur bir kahvehanede.

ben de ellerim ceplerimde çıkıyorum fakülteden, sokaklar geçiyorum sahaflara kitapçı vitrinlerine bakıyorum. en kestirme neresidir sakarya'ya oradan da kızılay'a nasıl çabuk geçerim biliyorum, ama benim bugün hiç acelem yok, bu soğuk  havada bulvar kalabalığına karışmadan, bulvarın arkasına saklanmış onun gölgesinde kalmış bu küçük birbirine açılan sokakları yürüyorum yine.

önce sakarya çay ocağında çayımı içeyim istiyorum. yaz da olsa kış da olsa bu alçak hasır tabureler ve alçacık masalar hep dışarıda. çiçekçiye karşı konumlanmış bu taburelerde oturmayı, sebze meyve ve balık tezgahlarında alışveriş yapan insanları seyretmeyi ve sokaktan geçen insanlara bakmayı seviyorum. gündüz ayrı bir telaş yaşanıyor bu sokakta, karanlık basmadan toparlanıp gitmek isteyen kadınlar ağır ağır tezgahlara bakıp kararsız kalan ihtiyar adamlar. akşama yetişmesi gereken balıklar salatalar tezgahlarda kendilerine yüz çevirmeyecek birilerini bekliyorlar.

bu üşümüş insanlara sokulmak ben de onlarla aynı akşam yemeği masasına oturmak istiyorum. kimbilir neler anlatacaklar ev ahalisine, hava şöyle soğuktu, sebze ve balık fiyatları öyle pahalanmış ki diyecek, herkesde bir an evvel alışverişi  halledip , sobanın başında sıcacık bir çay içme isteği vardı diye devam edeceklerdi belki de. kim bilir.

ben böyle ellerimi ceplerimden çıkaramamış oturduğum taburede etrafı seyredip, hülyalara dalarken çaycının askısı göz hizamda sallanmaya başladı, bir tane alayım diyorum, tabağın kenarındaki kaşığı ve şekeri askıya bırakıp uzatıyor çayımı. bir yandan söyleniyor bir yandan da çayları dağıtıyor.

tanıdık yüzler görüyorum, kimileriyle selamlaşıyoruz, kimileriyle iki çift laf ediyoruz. en sonunda özgür geliyor, haydi kalk Engürü'ye gidelim orda soba yanıyor biraz ısınırız diyor. yola rahvan oluyoruz karanlık basarken.




3 Eylül 2014 Çarşamba

daktilo

bir daktilo şaryosunu sola doğru itiyorum. çat çat sesleri odayı dolduruyor. daktilolu bir evde büyümedim ama bir ara nereden bulduysa babam eve bir daktilo getirmişti. yazılması gereken bir kaç yazısı da oluyormuş en azından anneme böyle söyledi, daktiloyu getirme sebebi olarak. kim bilir kim ama parayı ihtiyacı olan biri olduğu muhakkak babama bu daktiloyu sattı.

biz de arzu halci gibi geçtik daktilonun başına fakat daktilonun dilini çözemedik. F klavye bilen ablam ben bunda yazamıyorum bunun tuşları farklı bu Q klavye dedi. hayatımıza yeni kavramlar soktu. komşudan yardım aldık, onların evdeki yaş ortalaması bizim evden yüksekti ve üniversite tahsili görmüş, üniversiteye devam eden insanlar vardı. derdimize devayı orada da bulamadık. daktilomuzun bir takım aşılmaz dertleri olduğunu anladık ve bir gün tamir ettiririz inşallah dercesine kutusuna geri koyduk, arada çıkartmak suretiyle.

harflerin birine basıyorduk ama bütün harfler sözleşmiş gibi kağıda doğru koşuyorlardı. sonra harfleri kağıdın üzerinden toparlıyorduk.

bugün kuvvetlice basılan harflerin sesini duydum, hep beraber yola çıkan harflerin görüntüsünü gördüm. bir el itti şaryoyu. uzaklardan bir ses yükseldi.



26 Ağustos 2014 Salı

etaly

nasıl başlayacağımı bilemiyorum. her şey göz açıp kapanıncaya kadar oldu bitti sanki. günün 14 saatini sokaklarda yürüyerek, müzelerin önünde bekleyerek, trenlerden müthiş manzaralar seyrederek, meydanlarda kalabalıklarla gözlerimizi her şeyin üstünde tutarak geçirdik.

italya'da hayatı Pier Paolo Pasolini gibi Bologna'da başlayıp Roma'da sonlandırdık. Dante ve Erasmus'u da unutmadım elbet.  Bologna'nın revaklı kaldırımları Dorı Torre'si ne kadar büyüleyiciyse makarnası ile dondurması da bir o kadar lezizdi.

.











bu sokaklardan tekrar tekrar geçmem lazım, sokakları hafızama kaydetmem lazım. unutmak istemem ben yukarılara bakarken ayağımın altındaki taşı. düşüncelerimiz ne kadar yukarıdaysa da bazan kaçırabiliyoruz görmemiz gerekeni, sokağın başından sokağın ucunun görüntüsünü kaybetmemeye çalışıyorum. 

biz italya'yı trenle dolaşalım diye her şeyi yapmışlar.ülke içindeki tren haritası bizim metro haritamızdan daha kalabalık.  ilk tren yolculuğunu Bologna'dan Padova^ya yaptık. yeşiller içerisinde geçen tren yolculukları, neredeyse iki güne bir trenlerle şehirleri kavuşturduk.


venedik gezi planlarımda olmayan bir yerdi, eklemledik bir şekilde haliyle padova da eklenmiş oldu. venedik neyse de padova'yı görmüş olduğuma çok sevindim hayatın inzivası gibi küçücük bir yer. küçük oluşu sizi yanıltmasın ayaklarınızı ve gözlerinizi şehrin taş yapılarından alamıyorsunuz. dar sokaklar meydanlara açılıyor, meydanlar başka meydanlara. kaybolmak istiyorsun, bir taşın arasında saklansam da ben de burda varlığımı korusam diyorsun.

ama yukarıdaki görüntü venediğin tipik fotografı, makinem çok iyi olmadığı, ben de iyi bir fotoğraf çeker olmadığım için padova fotoğraflarım pek değil hiç güzel değiller. fotoğraf çekmek için yaptığınız görme ve farketme işini de biraz sonlandırmanız gerekiyor aynı zamanda. bazan fırsatlar da yaratmadım değil, eee bir kaç kareyi herkes görmek ister. venedikle ilgili söyleyebileceğim en güzel şey birden bire yağmurun yağmaya başlamış olması herhalde, o kalabalık nereye dağıldı birden hiç anlamadım.

floransa, italya'ya gitmemin yegane sebebi olan yer. hatta yalnızca floransa ve toscana düşü kuran benim seyahati üç gün uzatalım bir de roma görelim dememle büyüyen bir hal almaya başlaması neticesinde eksik kalması kimi yerlerin. perugia, arezzo. bir dahaki sefere artık.

floransa'da çok güzel bir otelin çatı katında kaldık, istanbul'daki odamdan daha alçaktı tavanı, ama mükemmel bir terası vardı. santa maria dei fiori ( çiçeklerin azize meryem'i )ismin en sevdiğim şekli ya da bilinen haliyle floransa duoma'sı yani alttaki kareyi terasda otururken görebiliyordum. bundan daha güzel otel olamazdı herhalde benim için. oteli bulmak biraz zahmetli oldu ama, görünce bayılacaksın dediler, hakikaten de öyle oldu.


odaya yerleşir yerleşmez nehrin karşı kıyısına koştuk, arno'nun vechio'nun üstünden kalabalığı yararak ilerledik. bizi bekleyen bir restoran olduğu düşüncesiyle hızla ilerlemeye devam ettik o kadar ilerlemişiz ki kapalı olan restoran'ı farketmemişiz. bir eylül tarihinde açılacağı duyurusunu okuyup bizi bekleyen italyan ev yemeklerinden ve tiramusu'dan vazgeçtik. güzelim piazza santo spirito'da bizi bekleyen başka restoranlar da varmış  hayallerimiz boşa gitmedi böylece. nehrin karşı kıyısı sakin güzel meydan spirito.

floransa'nın sokaklarından ve meydanlarından daha çok giz barındıran uffizi müzesi bizim bekleyiş mabedimize dönüştü. üç saat, sonunda boticelli, caravaggio, leonardo olan üç saat süresince bekledik. yanımdan hayaletler geçti hayallerle beraber, kovaladı atölyesinde başına üşüşenleri. ben bir ressamın görmediği, havada asılı siyah bir çizgi, düştüm kapının üstünden.

siena ve san gimignano kelimelerin bittiği taşın kusursuz olduğu iki yer. nerede sakladılar sizi yüzyıllar boyu. sokaklarınızda biriktirdiğiniz güneş, kuyularınızda biriktirdiğiniz su gibi. yaşam sonsuz akıyor bağlarınızda. bir nefes daha fazladan aldığım, bu yolculuk beni gençleştirdi, beş değil on beş yaş.

roma'da evsizler ordusuyla köşe kapmaca oynadık bir halının üzerinde, marketin buzdolabında. roma kirli sokaklarıyla, aynı sokaktan ikinci kez geçilebileceğini gösteren şehir. pantheon ve trastevere bu şehrin orta noktası. nehrin karşı kıyısı hep mi büyüleyici olur. burda da tiber'in karşı kıyısı trastevere bizi çok farklı karşıladı, hiç umulası olmayan bir şeydi. o sokaklar o restoranlar müzisyenler. köprüyü geçtik, köprüyü geçmenin bir süprize gebe olacağını biliyordum.

aşağıda siena'nın piazza del campo'su, palio'ya hazırlanıyor. at yarışları burdaki ailelerin vazgeçilmezi.



okunacak kitap listesi.

- hadrianus'un anıları / marguerıte yourcenar

-roma mermer şehir / jona lendering

-brunelleschi'nin kubbesi / ross king

-leonardo davinci / bruno nardını

- pier paola pasolini /ragazzi


25 Ağustos 2014 Pazartesi

mesafe

izler siliniyor. mesafe uzuyor. deliller kararıyor.

















gövdem küçülüyor. ses çoğalıyor. saçlarım azalıyor.

gözlerim büyüyor. parmaklarım uzuyor. ayaklarım küçülüyor.

bulutlar gidiyor. maviler grileşiyor. yeşiller kayboluyor.

çiçekler açıyor. geceler uzuyor. kış geliyor.

alevler büyüyor. sular çekiliyor. rüzgar yükseliyor.

bir duvar sürekli çarpılan.



6 Ağustos 2014 Çarşamba

yol

çantamı toparlıyorum yavaştan. hayallerimin yolculuğuna çıkmak için çok az zaman kaldı. biriktirdiğim sokaklarım köprülerim nehirlerim, nehirler boyu geçen ağaçlarım var.

bu yaz sıcağında kımıltısız kalmayı tercih ederdim ya da kuzeye doğru gitmeyi bir yaylanın serinine bir bulutun üstüne. ama eşdeğer bir sıcağa doğru nemin daha az olduğu bir yere gidiyorum.


rotayı yapmak biraz güç oldu ama on bir gün kalacağımız İtalya'da herkesin görmek istediği şehirden geçebiliriz diye düşünüyorum. ben sakince yavaş yavaş dolaşmak istiyordum sokaklarda, kubbelerin gölgesinde oturup kahve içmek, ha birde yağmur yağarsa fena olmaz diye geçiriyordum içimden, kalabalıklaşan şehir sayısıyla sakin kalabilirsek ne güzel olur.


yolculuk esnasında okuyacağım kitaba karar vermek biraz güç oldu Marcus Aurelius'dan Düşünceler mi Marguerıte Yourcenar'dan Hadrianus'un Anıları mı iki kitap arasında epey gittim geldim, yolculuğu daha da manidar kılmak için genellikle gideceğim yerle ilgili ya da o dolaylarda geçen kitaplar okumayı tercih ediyorum. bu iki Roma hükümdarı arasındaki seçimi Yourcenar'ı çok sevdiğim için Hadrianus kazandı.

çantamın ağzı hala açık, son dakika eklenecekleri bekliyor.



29 Temmuz 2014 Salı

ay carmela

rumbara rumbara rumbara rum. bir coşkuydu tüm pasajı kaplayan. sesi herkes işitirdi, imkansızdı saklamak ya da saklanması için çaba sarfetmek.

müzik ele geçiriyordu hepimizi, pasajın kapısından içeriye bakan herkesi bir heyecan sarıyordu. tutku ayaklardan mı başlardı, en azından tepelerden aşağıya palas pandıras koşmak için gerekliydi ayaklar.

dışarıda hava erkenden kararıyordu, ama bizim siyah tişörtlerimizin parlaklığı göz bebeklerimize yansıyordu, hep mi siyah , hep siyah dı. başka rengi olmamış gibi hayatın kara rıhtımları kendimize mesken tuttuk.

eski sokakları dolaşıyorum, eski pasajları, kokuların peşinde dolaşır gibiyim, bu ara rutubet kokusunu çok seviyorum, halbuki rutubetli evlerde uyumadım, serinlik hissi veriyor sanırım bu koku, aşağılara daha aşağılara güneşin değmediği yerlere doğru, toprağın içinde saklanmak, bir tespih böceği sarmalında hayatın boğumlarından uzaklaşmak.

epey karanlıkta kaldık, kaldırımlardan aşağıya yürürken biz akşam sefaları açardı ardımızda beyaz.

suni ışıklar güneşin varamadığı derin koridorlar, akşamcılık için de pasajımız vardı.  pasajları seviyorum , geçit görevi de görüyor aynı zamanda, bir sonraki düşünceyi,bir sonraki adımı imler gibi sonraya, öteye götürüyor,  aynı kapıdan çıkma zorunluluğu yok.

ateşin içinden geçiyor yüzüm, parafin dökülüyor saçlarımdan ayaklarıma kadar, uzun bir koridor bu nereden aşağı inilir.

17 Temmuz 2014 Perşembe

mezarlık

şehrin tepelerine kurulmuş mezarlıklardan birinde geçirdim çocukluğumu. büyük bir ıssızlığın ortasında. şehir merkezi epey uzaktı, otobüs durağı için bile  tepeleri aşmak, patikalardan geçmek gerekiyordu. ama aşağılara inildiğinde, deniz kıyısından bakılınca tepelere doğru koyu yeşil serviler ve yer yer aralardan çıkan beyazlıklar kendini gösteriyordu.

çocukluğumu mezarlar arasında, mezar taşlarını ovarak geçirdim, çiçeklerine su verdim, kendimce dualar okudum, bu dünyadan öteki tarafa göçerken yanlarında elem götürmemiş olmaları için.

yazları büyük bir ızdıraptı, caminin kapısı sürekli açık olduğu için o yıllarda gündüzün sıcak saatlerini caminin içinde oynayarak geçirirdik. cübbeyi giyer sarığı takar tespihler elimizde caminin içinde koştururduk. mezarlık bizimdi cami de öyle. imam kim bilir o vakitlerde ne yapıyordu. ara sıra camiyi süpürdüğümüz de olurdu, tek katlı camimizin kot farkından aşağılarda kalan  yabanılından çok  korkardım, ölülerin yıkandığı kapısı hep aralık duran o karanlık odadan korktuğum gibi.


cami bahçesinin demirlerine yaslanıp ürkütücü görünen cami bahçesine bakardım sık sık. insanın korkularına bu kadar yakın durması, zihnimizden hiç çıkamayan düşünceler, göğüs kafesime canavar gömdüm hırlayıp homurduyor arada.

vakti tom sawyer'dan hallice geçirirdik, akşam yemeği sonumuz olurdu.


                                              pere lachaise

10 Temmuz 2014 Perşembe

hırdavat

kimin aklına gelirdi bir hırdavatçıda karşılaşacağımız, tenhaların, ara sokakların dükkanı olan hırdavatçı, bir karşılaşmaya uzam oldu. zamanda savruluyorduk,  bir sonraki karşılaşmaya kadar nasılsa unutulur bazı şeyler, öfkenin yerini  nasılsa alır dedik başkaca duygulanımlar, umudun nefaseti bizi ele geçirir.  tarttık bu düşünceyi sözcüklere dökmeden zihnimizde. olsun boşluklarda salınsın hayat. bekleriz yahut beklemeyiz. çizgi çizgi çizgiler çizeriz.

 semtimiz de aynı değil halbuki, neden bu nalbur dükkanını seçmiştim,varını yoğunu  kapısının önüne koymuş, merdivenler eldivenler, boya kutularını dizmiş sıra sıra ve daha başka bir sürü araç gereç, içerisi daha da dağınık, karmakarışık bir dükkan. bütün duvarları raflarla dolu loş bir yer. aradığım şeyi anlattım nalburcu'ya muhakkak bir adı vardı ama ben bilmiyordum, raflara doğru ilerlerken bir sürü vidanın çivinin arasından geçtik, neredeyse boy boydu hepsi numaralandırılmış çiviler, nereye çakacaksak ölçüsünü kaçırmamak içindi herhalde bu rakamlar.

plastik kutulardaki menteşelere bakarken yıllardır almam gereken iki adet menteşe geldi aklıma, bir zamanlar parçasını taşırdım çantamda denk gelirsem alayım diye aynısı olmasa da benzeri olsun diyerekten, sonra menteşelerden de vazgeçtim sandığımı kapağı açık kullanıyorum nicedir, nicedir dediğim on yıl olmuş, ben böyle gözlerimi oradan oraya gezdirirken kapıdan içeri girdin. elimde menteşelerrr, vidasız bir işe yaramazlar.

kitaplarım sığmıyor varolan kitaplıklara, raf olabilecek bir tahta bulunca hemen kitaplarımın üst üsteliğini biraz azaltabileceğimi düşündüm. hatta günlerce bu ağaç parçasını eve nasıl götürürüm, kollarım kaç gün ağrır diye bile düşünüp durdum. tam ayak ucuma anahtarın üstüne yerleştirmek istiyordum onu böylece başucumdaki kitaplar biraz nefes alabilecekti.

bir L arıyordum, hayır iki L arıyordum ben, dikkatli birleştirince kapalı bir kutu bile elde edebiliyoruz bu L'lerden.

şirazemizi yapıştırmak için tutkal bile alabiliriz.

şimdi kim çağıracak çoban yıldızını, gelsin çıkarsın beni burdan.

28 Haziran 2014 Cumartesi

kamer

gözlerimin arkasında gözler var, bu her şeyi çok iyi gördüğüm anlamına gelmiyor maalesef. daha ziyade görme bozukluğu yaşıyor gibiyim. bir sürü parmağım var ama hiç bir şeyi tutamıyorum gibi bir sorun. gözlerimde katmanlı görüntüler var, kazıdıkça siyah zemini altından renkli görüntüler çıkan kağıtlar gibi değil ama zemin.

yorganımı dağ yaptım yatağın alt başına yerleştirdim. uykuya az yer bırakıp, bir dağın eteğine serdim kendimi. hiç bu kadar yıldızı daha önce bir arada görmemiştim. ya da akrepli gecelerdi onlar gökyüzüne çok bakamamıştım.

bir tango çalıyor uzaklarda, her şeyiyle geliyor, yaklaşıyor müzik. ellerimi cebimden çıkaramıyorum, kendimi tutuyorum kendime tutunuyorum. zemin kayıyor, bulutlar geçiyor, yıldızlar sönüyor, ardıma bakmıyorum.

alsın götürsün demiştim bulutlar, önümdekinin sırtında arkamdan gelenin ayak sesinde her yerde her yerde benimleydi.

hızlıydı ayaklarım kaçardım, kaçabilirdim, basamakları çıktım halbuki ben günler boyunca nefesimi tuttum çıktım kalbim çarptı yüreğim çırpındı, indim merdivenlerden aşağı. bekledim ışıkların altında renk değişsin al'dan yeşile dönsün. tabiat ana koynunu açsın.

ömürler sürerler boyunca nehirler geçerler. akar su, taşır gitmek isteyeni kalmak isteyeni. sormaz alır götürür usulcacık bırakır bir yığının içine sonra ardından tekrar tekrar getirir.

sonra küçük tıplar olur tıptıplar, yağmur yağar bir yolcuk daha başlar.




14 Haziran 2014 Cumartesi

ponyo

kapının açılmasını bekliyorum, küstüm herkese, sessiz öylece duruyorum.

gözlerimi kırpıştırıyorum, sırtımı dikleştiriyorum. kafamı çeviriyorum sağa sola, ses duydukça kulaklarım uzuyor.

ellerimi uzattım öne, kafamı yerleştirdim ellerimin üzerine, kapının alt boşluğuna yerleştirdim bakışlarımı.

bir hareket, ayak sesleri.

kapı. açıl.


11 Haziran 2014 Çarşamba

fahriye abla

yaz geldi, Fahriye Abla eteğimi giydim evin içinde terliklerimi şıpırdata şıpırdata dolaşıyorum. bizim ev çok geniş gez dolaş bitmiyor, üç odası bir de salonu hatta salomanjesi var. bildiniz mi salomaj hani eskiden olurdu. eskiden mahalleli genç hanımlar beli lastikli, kloş, üç katlı boyu ne uzun ne kısa midi boy dedikleri hanım hanımcık etekler giyerlerdi. Fahriye Ablamın eteğinden.

şimdilerde bu işi ben üstlendim, devam ettiriyorum Fahriye Ablanın eteğini giymeyi, ama evde. çiçekli düşler sokağı gibi etek, allı morlu dallı güllü. çay mı yapılacak hemen gidip yapıyorum salata işi mi var hemen domatesleri doğramaya başlıyorum aman canım nerde eski domatesler nerde bu kendine domates süsü vermiş kırmızı şey.

 aman  neyse ne ben bu eteği giyince işte bana da böyle tuhaf haller geliyor. her an bir evi çata bilirim gibi hissediyorum, dizimi kırabilirim belki. Fahriye Ablam tornavidadan sızan kanı eteğine silmiş miydi acaba celalleniyor etek sanki arada. rüzgarına kapılıyor uçan dairelerin, ayakları yerden kesiliyor kimileyin.

"CELALİYİM

    CELALİSİN

          CELALİ  "  CEMAL SÜREYA 

10 Haziran 2014 Salı

ıhlamur

ıhlamur kokusu duyuyorum günlerdir sokakta yürürken, kendimi cennet bahçesinde salınıyormuş gibi hissettiriyor bu koku bana. mevsimimdeyim ayol diyecek diye de çok korkuyorum bir yandan, şifalı bir ağaç bu her an konuşmaya başlayabilir benden izin alacak değil ya diye de düşünüyorum.


tüm bu rahiyanın içindeki salınım bana kafi gelmemiş gibi Kundera'nın Şaka adlı kitabını okuyorum ve kahramanımız da Ihlamur ağacına yaslanıyor, bir yerlerde ıhlamur ağaçları var, tabi ben bu aralar kendimi bu duruma kaptırdığım için bunun ayırdına bu kadar varıyorumdur herhalde, bir yandan da Prag dolaylarındaki ıhlamurları düşünüp, sürekli kendini hatırlatan kendini anımsatan coşturan bir ıhlamur halinin ortasındayım.


söz bu kış çok ıhlamur içeceğim.

bizim okulun (aü.dtcf) ön bahçesinde kocaman bir ıhlamur ağacı vardı, bu ıhlamur ağaçlarının hiç küçüklüklerini de göremedim bu arada, hep kocamanlar, bir gün okulu terkederken ıhlamur ağacından yayılan koku kendini farkettirdi, ve dedim şimdi ağaca tırmanıp biraz ıhlamur toplamak vardı. ama yapmadık.


bilgisayarın üzerinde karıncalar dolaşıyor, ve halının üzerinde ve kim bilir evin başka daha nerelerinde. beyaz sayfamın üzerinde geziniyorlar onların ki salt bir gezinti değil elbet ama bu ekranda da bulacakları başkaca bir şey yok. onlar gezinirken yazmayı başardım, kaşınaraktan.


5 Haziran 2014 Perşembe

vulgar

bütün düşünceleri kovmaya çalışıyorum kafamdan, benden uzağa gitsinler iyice. onlarla yaşamak döngüsel bir hareketin içinde sıkışıp kalmak gibi. bir yuvarlağın üzerinde durmadan dönüyorum.

perdeleri kapatıyorum, perdeleri açıyorum tekrar tekrar yapıyorum bunu, pencerenin önüne gidiyorum sürekli, görüntü hiç değişmiyor.

bir parmağı kıpırdatmaya çalışmak bazan çok güç olabiliyor.

 sokakların ortasından yürüyorum, eskiden de kaldırımları pek kullanmazdım ama şimdilerde iyiden iyiye yolun ortasında yürür oldum. ben benden azade ayaklarım hepsinden azade. herkesin gördüğü olmak, belki çok zor değildir. şehirle bir görüngü sorunumuz var, kıyısına vurmam gerek.

gün evvelden gelmiş de bekliyormuş gibiyim, pencereleri kapıları açtım. rüzgar çıktı, fırtına koptu kapının pencerenin üstüne, çatı sallandı.

serdik tüm basitlik kurallarını yere, sığdıramadıklarım gözlerimde kaldı. çok kolaydı.

dilin geçmiş hali, sesimi saklıyor.


27 Mayıs 2014 Salı

frekans

radyonun başındayım. sesi sabitlemeğe çalışıyorum bütün hışırtılardan arıtmaya ama olmuyor. çamlıcadayız bunca vericinin içinde frekans ayarı tutmuyor.

radyoyu yere koyuyorum, koltuğun üstüne çıkarıyorum, koltuğun tepesine kadar sürüklüyorum, ters çeviriyorum sesini kısıyorum, anteni sağa sola çeviriyorum olmuyor. bir ses bütünlüğü, bir ses uyumu, bir ses yakalayamıyorum. odadan çıkıp başka bir odaya gidiyorum kendime daha az penceresi ya da daha küçük penceresi olan bir oda bulmalıyım, dışarıyı içeriye sokmayan ama radyoyu, istediğim frekansı duymamı sağlayacak bir oda.

radyonun anteni kırıldı, çaresiz oraya uyacak bir şey bulmam gerekiyordu, artık bir şarkıyı dinletmek için çok daha fazla hassasiyet göstermeye başladı, oda içindeki yer değişikliği bile ayarını bozuyordu. babamın eski alet çantasının içinde yıllardır bir yere takılmayı bekleyen içinden bir gün su geçme ihtimali var diye alınmış bir musluk duruyordu. hiç kimsenin diyecek sözü kalmamıştı, artık musluklu bir radyomuz vardı.

musluk radyonun anten yerine göre tasarlanmış bir icat kanımca. içinden su geçmese de olur, bazen bir şarkı çok şey değiştirebilir.

radyoyla uyumlu bir halde, palas pandıras, odanın içinde yaz sıcağıyla beraber radyonun başında bekliyordum. radyonun başında beklemek, yaptığım tek edimdi, halbuki ses dağılıyordu tüm duvarlara çarpıp pencereden dışarı da taşıyordu, o eski şarkı yine çalacak mı diyerekten bekliyordum, artık kimsenin söyleyenini tanımadığı tınısıyla duvarları kapladığında kimileyin  anımsanan o şarkı.

ama ben bir sesin peşinden sürüklendim, hem de uzunca bir süre. radyonun içindeki küçük adamın sesiydi o.  var mı diye bakmaya da gittim bir gün. çift biletli otobüsler, köprüler geçtim, şehrin en kalabalık caddelerinde dolaştım, bir küçük şarkı dinledim.

ben bütün şarkı sözlerine vakıfım efendim, böyle olmuş, dinleye dinleye öğrenirmiş kişi.



19 Mayıs 2014 Pazartesi

jungle

jungle'a  düştüm. bir evin arka bahçesindeyim. jungleda o kadar çok sürgün var ki, yapraklar dallar, kökler gövdeler birbirine karışıyor.

kim çağırdı beni buraya yoksa ben kendim mi geldim saçım başım dağılmış.

yeni bir yıla başlıyorduk, yeni bir güne. aldı vapur bizi  bir kıyıya bıraktı. epey bir yürüdük, duvarlarla karşılaştık kimi sokak bitimlerinde. tek çıkış yoluna geri sapıp yine yürüdük tepelere doğru. dilekli yollardan geçtik, birbirine dolanmış ipliklerin içinden. çok yürüdük, evveliyatında da uzun bir yürüme geçmişimiz vardı zahar, çok konuştuk, çok susadık.

bir bardağın soğuğu bir sigaranın dumanı güneş denize düştü.

kuzey nasıl çekici, ışıklı ve masalsıysa, jungle'ın gözleri de o denli çekici, parlak ve hayalbazdı.

günler aylar geçti, yıl geçti. jungle büyüdü.

vapur kaçtı.




10 Mayıs 2014 Cumartesi

zehir

şehrin elektriğini kestik, her şey herkes sustu birden.camın ardından karanlıkta yalnızca çiçekçi tezgahlarının rengarenk çiçekleri seçilebiliyordu. ayağımdan vurdun beni, sanki bizden başka kimsecikler yoktu, iki kişi yaşadık epey.

kedi, gölün etrafında üç tur döndük ama bulamıyorum seni dedin. taksicinin telefonundan arıyordun, bir kez de taksiciye anlattım gölden sonrasını. sokağa koştum gece yarısı pijamalarla durdurdum arabayı. bayım burası son durak. tek başına çiçekçi tezgahına bakmaktan sıkılınca bir leğen papatya almıştın. döke saça taşıdık papatyaları eve, papatyalar uzunca bir süre kapının ağzında gazetelerin üzerinde kalınca da çok üzüldün. ama vaktimiz yoktu bayım. zaman arkamızdan kovalıyordu. sonunda kurumuş papatya kafalarını bir cam fanusa yerleştirdim. onlara fanus almanı istedim. papatyaya balık görünümü vermeyi uygun görmüştüm.

karanlıkta bağır çağır körebe oynuyorduk. kedi diye bağırıyordun, aramızda bir kol mesafesi vardı, ahtapot kollu oldum artık diyordun, kaldırımlarda savruluyorduk izmaritlerle beraber. elim kaydı karanlıkta kayboldun sen. bir arabanın farları kaldı  aklımda sadece, sonra geceyi bir taşın üzerinde geçirdim. yıkıldı herşey ellerimle kollarımla süpürdüm ortalıkta ne varsa.

balkonda oturup karşıdaki binanın duvarına şişe fırlattım uzunca bir süre, geceyi bağıran sesler dağıldı ortalığa. araba sesleri ayak tıkırtıları yanıp sönen otomatlar.

hani  bir karpuzun içine kafamızı sokmuştuk sazlıklara karşı. bir bahçenin içinde, sinemaların arka koltuklarında, localarında kaybolmuştuk.

bir süre hiç çıkmadım dışarı kimseler görmesin dedim, vapurlarda hiç hiç içerilerde oturamadım yağmur ıslattı deniz ıslattı. sonbahar bitti kış geldi. insanlarla aramdaki yaş farkını hızla kapatarak ben bir yaş daha büyüdüm.




8 Mayıs 2014 Perşembe

müşfik

kocaman ayakları vardı. koccaman bir başparmağı, uyandığında parmaklarını çatırdatırdı. gece masalcısı bir devdi. yalanına kapıldığım dünya. sabaha kendimizi stiks (styx) nehrinin üzerinde bir kayıkta bulmamız an meselesiydi neredeyse. aklıma güvenmemeliyim biliyorum, hatta hafızama bile inancımı yitirebilirim. yine de düşündükçe yumuşak bir bulutun üstüne bırakma isteğinden kurtaramıyorum kendimi bugün bile.

kara çarşafların, deniz kokulu odaların içinde mehtabın fısıltıları sürüklenirdi aramızda. müşfik bir yalancıydın. inanmamak için güneşi hiç görmemiş olmak gerekirdi. koca bir şehir eşlik ederdi bize, hangi sokaktan kim ne zaman çıkarsa çıksın karşılaşmak hep vuslata ermek gibi olurdu. kimileyin arkamda olurdun hissettirmeden elini boynuma atardın. kocaman kollarının üstümde olması yahut başımı kollarının üstüne koymak çocukluktan kalma bir hatıraya eşlik ederdi.

Cesur korkak , karanlık odaların özgüveni olmazmış ya da bizde yoktu. masal kahramanının gözü pekliği dolaşırdı aramızda, ondan mı geliyordu bendeki bu macerayı böylesine coşkuyla yaşama isteği. ışık yanınca kaçışan böcekler gibi aklın dağılır, herkesin bildiği senin bilmediğin bir şey mi vardı, ya da kimsenin bilmediği yalnız senin bildiğin bir şey mi dolaşmaktaydı zihninde. Çıplaksındır orada, zihinin rahat vermezdi gerçi bir gece karanlık bir şehir nereye baksan yıldız.

bir kiraz çiçeği düşü gibiydi, erik yiyip Sait Faik'i anardık. baharı parklarda kutlardık.



26 Nisan 2014 Cumartesi

tilki

bir tilkiyi uyuyorum. kızıl tilkilimli karaşık bir rüya görüyorum. karla kaplı bozkırın ortasında yoluna gidemeyen devam edemeyen bir tilki.

her adımda bir geri bakış, hafızanın bacasından aşağıya neler düşmüyor ki.

koşmuş, yorulmuş yüreğini gözlerine geçirmiş, atıyor yerinden sökülürcesine gözler de.

ellerimsiz, gözlerimsiz bu kış nasıl geçer. gece göğü bugün çok aydınlık, bir kuş hiç susmadan şakıyor o da
şaşırmış besbelli bu aydınlık hangi hayra gebe diyerekten ötüyor.

foxy lady demişti Jimi. hangi tilkinin kuyruğu kendini aşar ki.

24 Nisan 2014 Perşembe

acı ay ran

tutamıyorum kendimi , yersiz belirsiz bir tebessüm yüzüme musallat oldu .içerden içre acı.

bugün acı ayran diye bir şey olduğunu ve nasıl yapıldığını öğrendim. gençken Acı Ay diye bir film seyretmiştim. birbirini tartımlayan iki duygu da diyebiliriz.   bir yandan yakarken bir yandan ferahlatan bir serinlik.

çapraz bir düello, boynumdan geçirdim iki dize, gerilla halkası.

ben dağlarda uçan kuştum, uçan kuştum

kanatlarımdan vuruldum.

21 Nisan 2014 Pazartesi

vamos

bütün gitmelerin arefesindeyim. hiç hareket edemesem de beni bekleyen bir gemi olduğunu  biliyorum. denizin üzerini seyrediyorum sürekli, boyuna tavana bakan bir kedi gibi ben de denize bakıyorum. kimileyin başka bir kıyıda bekliyor beni, yanlış limanlarda bekliyorum belki, bambaşka dönemeçlerden geçiyorum, mevsimlerle kolkala.

 şurada yazdan kalma kırık bir sandalye vardı, iki mevsim topallayan üçüncüsünde kapıdışarı edilen bir sandalye. bir el kimsenin diyemediğini yapan.  fikriyatımızdaki aynılık duygusu fiiliyatta da bir değişiklik göstermiyor.

kişi ne zaman değişir duyguları değişince mi, fikirleri dönüşünce mi, pedal çeviriyorum havaya karışıyor terim, ısım. çürüğe ayırdım bacaklarımı, göbeğimi. çok mor az mor .

 mor bir dalganın içinde jimi. HENDRİX.



17 Nisan 2014 Perşembe

mağara

umutsuzluğu, huzursuzluğu, yürek çarpıntısını masaya koydum, geriye birşey kalmadı zahar. boş boş oturdum masanın yanında boyuna baktım masanın üzerindekilere.

neden olmayacak hayallere bekçilik ederiz. yola rahvan olmak varken neden oturmak bir masanın başında, üzerine koyduklarımıza, yüklediklerimize bakmak.

gün, bom bomştu,  tuhaf bir hava içimdeki koca oyukta dolaştı durdu. koyamadım elimi kolumu ayağımı bir yere.

kafası karışık filler, filler mezarlığına gitmez elbet. karanlık bir mağaraya sığınabilir belki, bir yanılsamadan kurtulmak için kendine yeni bir fikir, idea  bulabilir aslına uygun aslı gibi olan.

14 Nisan 2014 Pazartesi

dönmedolap

bir dönme dolabın gölgesinde yatıyorum. ben konuşurken lunaparkın ışıkları söndürülmüş.

gökyüzündeki en karanlık nokta nerde. geceye konanlar nerde. yakamdaki yıldız nerde.

önce sağa döndüm olmadı sonra sola döndüm olmadı sırt üstü yattım o hiç olmadı. kabus.

kolumu yastığın üstüne koydum olmadı kolumu yastığın altına koydum olmadı kafamı yastığın altına koydum o hiç olmadı.

kolumu yorganın dışına çıkardım olmadı ayağımı yorganın dışına çıkardım olmadı tamamen yorganı kafama çektim o hiç olmadı. nefes.

yüzüstü yattım sağ dizimi hafif çektim olmadı yüzüstü yattım sol dizimi hafif çektim olmadı üç yüz altmış derece döndüm bulunduğum noktaya geri geldim hiç faydası olmadı.


11 Nisan 2014 Cuma

trabzan

hafızamın , hayallerimin trabzanından aşağı kayıyorum, iniyorum, düşüyorum. zemin kayaç, hiç hayal kurmamış gibi yapabilir miyim, hafızam yoktu zaten benim gibi davrana bilir miyim.  fil mezarlığına gömülecek denli bir belleğim var halbuki.

bir nefeslensem, soluğumu hissetsem. kaymayı , inmeyi , düşmeyi bıraksam ve nefes alsam. ama kimi zaman nefesimi tuttuğumu bırakmadığımı farkediyorum.  oysa  hiç bir şeyi tutamıyorum. sonra seslesem seslensem eşe dosta.

hayatın ortasında trabzanda mola vermeye karar verdim.  tahteravalliyi yere paralel bırakalım çocuklar dengeler bozulmasın.

7 Nisan 2014 Pazartesi

bisiklet

en  nihayetinde kendime bir bisiklet almayı başardım.  evet evet sonunda oldu, yapabildim bunu. ama tabi ki bu işi yalnız başıma yapmadım, zira bisiklet konusunda pek değil hiç bir bilgim yok. rica ettim eş dost hısım akrabadan beğendiğim bisiklete gidip şöyle bir baktılar, bana olur bu bisikletle öğrenebilirsin dediler ve hatta bisiklete binmeyi bilmediğim için de beni kırmayarak eve kadar bisikleti getirmek zorunda kaldılar. zincirin halkları biraz fazla uzadı biliyorum, alt tarafı bir bisiklet ama benim hiç bisikletim olmamıştı.

adı atmaca , ne yazık ki bu ismi ona ben koymadım, bana adıyla geldi. ikinci el bir bisiklet olduğu için geçmiş sahibi ona bir isim vermiş, ikinci el kitap hesabı bazı satırların altı çizik gibi.

atmaca tabi beni kırmadı düşmeden öğrenemezsin sen bu bisikleti deyip ilk iş beni selesinden attı. sağ diz kapağımın altında kocaman bir yara kabuğu var bir kaç gündür ve vücudumun ağrımayan noktası yok gibi. bir düşmeyle vazgeçilmez hamlamadan öğrenilmez cümlelerinin yankısıyla devam edeceğim başkaca çarem yok.

bisiklet hocam da çok bu arada yirmi yıldır bisiklete binmediğini söyleyen abim, on yıldır binmediğini söyleyen kardeşim, hala ben sana öğretirim diyen yeğenim, bisikleti alıp binmek zorunda kalarakdan eve getiren damat. benim gibi bisiklete binmeyi bilmeyen ablam da hazır kapıları açık eğlenceye kendini  dahil edip o da arada mevzudan nasipleniyor.

çok geniş bir aileyiz galiba ve bisiklete binmeyi bilmeyen de iki kişiymişiz anlaşılan. biz bu işi bir haftaya hallederiz.






3 Mart 2014 Pazartesi

oda

gece kaldırımları hızlı adımlar, hızlanan adamlar. oda ve adam oda ve kadından bağımsız, azade, kopuk, rutubetli. duvarlarında derin çatlaklar oluşmuş sarkıtmış sakallarını zemine doğru. dökülüyor dokundukça, bulaşıyor her yerime , örtemiyor silemiyor hiç bir şey bu yutan beyazlığı.

 rüzgarımı almışım uzak bakışımlı kıyıdan, yeldeğirmenleri kovalıyor beni daralan sokaklarda. görünmez sokaklar uzayan gölgeler.

oda'da oturuyorum, uzunca bir süredir gelgitlere kapıldığım bir koltukta. bir kesik ile dünyaya geliyoruz, büyüdükçe derinleşen, genişleyen bir kesik.

günler değişiyor, günler dönüşüyor, günler karışıyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...