27 Mayıs 2014 Salı

frekans

radyonun başındayım. sesi sabitlemeğe çalışıyorum bütün hışırtılardan arıtmaya ama olmuyor. çamlıcadayız bunca vericinin içinde frekans ayarı tutmuyor.

radyoyu yere koyuyorum, koltuğun üstüne çıkarıyorum, koltuğun tepesine kadar sürüklüyorum, ters çeviriyorum sesini kısıyorum, anteni sağa sola çeviriyorum olmuyor. bir ses bütünlüğü, bir ses uyumu, bir ses yakalayamıyorum. odadan çıkıp başka bir odaya gidiyorum kendime daha az penceresi ya da daha küçük penceresi olan bir oda bulmalıyım, dışarıyı içeriye sokmayan ama radyoyu, istediğim frekansı duymamı sağlayacak bir oda.

radyonun anteni kırıldı, çaresiz oraya uyacak bir şey bulmam gerekiyordu, artık bir şarkıyı dinletmek için çok daha fazla hassasiyet göstermeye başladı, oda içindeki yer değişikliği bile ayarını bozuyordu. babamın eski alet çantasının içinde yıllardır bir yere takılmayı bekleyen içinden bir gün su geçme ihtimali var diye alınmış bir musluk duruyordu. hiç kimsenin diyecek sözü kalmamıştı, artık musluklu bir radyomuz vardı.

musluk radyonun anten yerine göre tasarlanmış bir icat kanımca. içinden su geçmese de olur, bazen bir şarkı çok şey değiştirebilir.

radyoyla uyumlu bir halde, palas pandıras, odanın içinde yaz sıcağıyla beraber radyonun başında bekliyordum. radyonun başında beklemek, yaptığım tek edimdi, halbuki ses dağılıyordu tüm duvarlara çarpıp pencereden dışarı da taşıyordu, o eski şarkı yine çalacak mı diyerekten bekliyordum, artık kimsenin söyleyenini tanımadığı tınısıyla duvarları kapladığında kimileyin  anımsanan o şarkı.

ama ben bir sesin peşinden sürüklendim, hem de uzunca bir süre. radyonun içindeki küçük adamın sesiydi o.  var mı diye bakmaya da gittim bir gün. çift biletli otobüsler, köprüler geçtim, şehrin en kalabalık caddelerinde dolaştım, bir küçük şarkı dinledim.

ben bütün şarkı sözlerine vakıfım efendim, böyle olmuş, dinleye dinleye öğrenirmiş kişi.



19 Mayıs 2014 Pazartesi

jungle

jungle'a  düştüm. bir evin arka bahçesindeyim. jungleda o kadar çok sürgün var ki, yapraklar dallar, kökler gövdeler birbirine karışıyor.

kim çağırdı beni buraya yoksa ben kendim mi geldim saçım başım dağılmış.

yeni bir yıla başlıyorduk, yeni bir güne. aldı vapur bizi  bir kıyıya bıraktı. epey bir yürüdük, duvarlarla karşılaştık kimi sokak bitimlerinde. tek çıkış yoluna geri sapıp yine yürüdük tepelere doğru. dilekli yollardan geçtik, birbirine dolanmış ipliklerin içinden. çok yürüdük, evveliyatında da uzun bir yürüme geçmişimiz vardı zahar, çok konuştuk, çok susadık.

bir bardağın soğuğu bir sigaranın dumanı güneş denize düştü.

kuzey nasıl çekici, ışıklı ve masalsıysa, jungle'ın gözleri de o denli çekici, parlak ve hayalbazdı.

günler aylar geçti, yıl geçti. jungle büyüdü.

vapur kaçtı.




10 Mayıs 2014 Cumartesi

zehir

şehrin elektriğini kestik, her şey herkes sustu birden.camın ardından karanlıkta yalnızca çiçekçi tezgahlarının rengarenk çiçekleri seçilebiliyordu. ayağımdan vurdun beni, sanki bizden başka kimsecikler yoktu, iki kişi yaşadık epey.

kedi, gölün etrafında üç tur döndük ama bulamıyorum seni dedin. taksicinin telefonundan arıyordun, bir kez de taksiciye anlattım gölden sonrasını. sokağa koştum gece yarısı pijamalarla durdurdum arabayı. bayım burası son durak. tek başına çiçekçi tezgahına bakmaktan sıkılınca bir leğen papatya almıştın. döke saça taşıdık papatyaları eve, papatyalar uzunca bir süre kapının ağzında gazetelerin üzerinde kalınca da çok üzüldün. ama vaktimiz yoktu bayım. zaman arkamızdan kovalıyordu. sonunda kurumuş papatya kafalarını bir cam fanusa yerleştirdim. onlara fanus almanı istedim. papatyaya balık görünümü vermeyi uygun görmüştüm.

karanlıkta bağır çağır körebe oynuyorduk. kedi diye bağırıyordun, aramızda bir kol mesafesi vardı, ahtapot kollu oldum artık diyordun, kaldırımlarda savruluyorduk izmaritlerle beraber. elim kaydı karanlıkta kayboldun sen. bir arabanın farları kaldı  aklımda sadece, sonra geceyi bir taşın üzerinde geçirdim. yıkıldı herşey ellerimle kollarımla süpürdüm ortalıkta ne varsa.

balkonda oturup karşıdaki binanın duvarına şişe fırlattım uzunca bir süre, geceyi bağıran sesler dağıldı ortalığa. araba sesleri ayak tıkırtıları yanıp sönen otomatlar.

hani  bir karpuzun içine kafamızı sokmuştuk sazlıklara karşı. bir bahçenin içinde, sinemaların arka koltuklarında, localarında kaybolmuştuk.

bir süre hiç çıkmadım dışarı kimseler görmesin dedim, vapurlarda hiç hiç içerilerde oturamadım yağmur ıslattı deniz ıslattı. sonbahar bitti kış geldi. insanlarla aramdaki yaş farkını hızla kapatarak ben bir yaş daha büyüdüm.




8 Mayıs 2014 Perşembe

müşfik

kocaman ayakları vardı. koccaman bir başparmağı, uyandığında parmaklarını çatırdatırdı. gece masalcısı bir devdi. yalanına kapıldığım dünya. sabaha kendimizi stiks (styx) nehrinin üzerinde bir kayıkta bulmamız an meselesiydi neredeyse. aklıma güvenmemeliyim biliyorum, hatta hafızama bile inancımı yitirebilirim. yine de düşündükçe yumuşak bir bulutun üstüne bırakma isteğinden kurtaramıyorum kendimi bugün bile.

kara çarşafların, deniz kokulu odaların içinde mehtabın fısıltıları sürüklenirdi aramızda. müşfik bir yalancıydın. inanmamak için güneşi hiç görmemiş olmak gerekirdi. koca bir şehir eşlik ederdi bize, hangi sokaktan kim ne zaman çıkarsa çıksın karşılaşmak hep vuslata ermek gibi olurdu. kimileyin arkamda olurdun hissettirmeden elini boynuma atardın. kocaman kollarının üstümde olması yahut başımı kollarının üstüne koymak çocukluktan kalma bir hatıraya eşlik ederdi.

Cesur korkak , karanlık odaların özgüveni olmazmış ya da bizde yoktu. masal kahramanının gözü pekliği dolaşırdı aramızda, ondan mı geliyordu bendeki bu macerayı böylesine coşkuyla yaşama isteği. ışık yanınca kaçışan böcekler gibi aklın dağılır, herkesin bildiği senin bilmediğin bir şey mi vardı, ya da kimsenin bilmediği yalnız senin bildiğin bir şey mi dolaşmaktaydı zihninde. Çıplaksındır orada, zihinin rahat vermezdi gerçi bir gece karanlık bir şehir nereye baksan yıldız.

bir kiraz çiçeği düşü gibiydi, erik yiyip Sait Faik'i anardık. baharı parklarda kutlardık.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...