23 Aralık 2016 Cuma

gece

Gecenin sesini bastırmaya çalışıyorum,
Ağır notalar dökülüyor
Göğün kanatlarından

Kendi yıldızında bir gök
Kendi yalnızlığında ben
Savrulan çatı, bekleyen uyku

Bekliyor sanki perdesini yırtmış gece
İnsanın en yalın arzusunda

Gecenin içine bir rüzgar gibi sokulmaya çalışıyorum
En uzak en derin yere doğru kaçmak için

Ayaklarımda bir geyiğin çevikliği
Rayların gürültüsünün peşi sıra.        
Gece treni,
Büyük rüyanın en gerçek parçası o.

Ortasından bir zamanı alıp
Başka bir yere yerleştirmek istiyorum
Göğün en karanlık noktasında
Dilim tutuluyor.



















18 Ekim 2016 Salı

taş

Dünyanın altına çekildim
Çiçekleri saplarından ayırıyorum

Ben çiçeklerin meryem anası
Yüzeyde karışıyorum

Sarnıcın içinden su çekiyorum
Taşları biribirine tutturmak için

Rüzgar yıkıyor taşlarımı
Sularımı dağıtıyor

Kara, kuzey demek
Bilebileceğimiz dillerden birinde

Dilimin ucuna gelip gelip de
Söyleyemediğim kelimeyi rüzgar sürüklüyor

Kuruyan denizlerin üstüne
Dağılıyor kelimem

Ben başa dönüyorum
Tekrar bir çiçek olmanın kokusuna





18 Eylül 2016 Pazar

Dilsiz

dilsizdir (de) dünya
Varın yoğun ortada
Kimseye bir amadeliği yoktur
Dağılmıyor parçalara ayrılıp

Hüznün kolları çoktur
-Her yerden saran bir octopus-
Sokuluyor sanki en derinden
Dalgalarla oyuntulu

Kaldırımın boğuntusu
Kıvılcımlar saçıyor
Gecenin içine
Hüzün,
Kahkahayla havaya karışıyor.

Dünyanın altına çekildim
Çiçekleri ayırıyorum saplarından.


12 Temmuz 2016 Salı

Nejat

 Nejat İşler, sevdiğimiz yaptığı her işle de taktir ettiğimiz muhterem bir kişidir. Zaman zaman çeşitli dergilerde yayınlanan yazılarında ve kendisi ile yapılan söyleşilerinde  hayatı nasıl algıladığı yahut hayatı nasıl düşündüğünü oldukça samimi bir şekilde dile getirmiştir. Oynamış olduğu filmler ve dizilerle de zaten biz kendisinin hayata bakışını ve bu ne menem dünyayı kuyunun içinden güçlükle de olsa çıkartmamız gerektiğini söylüyor.

Nejat, aforizmalar dünyasında kendisine neden bu kadar cümlenin atfedildiğini belki burdan da çıkarabilir aslında biz kendisini bilen ve bu bilişten kaynaklı bir duruşu olan insanları seviyoruz. Misal Piyasada çok fazla aforizması -yani kendisine ait olmayan anlamında söylüyorum elbette bunu-bir diğer yürekli  adam da Can Yücel'dir. Bunlar bir rastlantı olmasa gerek.

Gelelim Nejat'ın kitabına. Can Yayınların'dan çıkan kitabın adı Gerçek Hesap Bu!  Kitabın giriş bölümüyle aslında elinizdeki kitabın ne kadar değerli olduğunu anlayabilirsiniz. Kitabın telif geliri Gümüşlük Spor için.

Kitap bir insanın hayatındaki en kayda değer şeyle bir ismin etrafında dönen hikayeyle başlıyor. Çcocuklar kendilerine ait, farkında olmadıkları kendi hikayelerine bayılırlar. Ah birinin aklına gelse de tekrar anlatsa şu hikayeyi diyerekten düşüncelere bile dalabilirler.

Kitabı birinin yaşamının sır perdesini aralıyormuş gibi değil de, birinin hayatına tanıklık ediyormuş gibi okumalı bence. Yaşanılan ve de anlatılan hayat sizi hikayenin, hikayelerin bir anlamda tanığı olmaya çağırıyor. Bir yandan da kendinizi hem o yaşlardaki hem o yıllardaki halinizi hatırlamaya da davet ediyor. Tatlı acı hayatın, memeleket gereçekliğinin, hayat gailesinin yansımalarını da bir yaşamın ufkunu süsleyen çeşitliliği de kitabın sayfalarını hızla çevirirken, kendinizi biraz karışmış da bularak takip edebilirsiniz

Kitap'ta da bölümlerin önüne konulmuş bir iki aforizma örneğini de yazmadan geçemeyeceğim.

" Gerçekten istediğim şeyleri yapmak, gerçekten istediğim yerde, gerçekten istediklerimle zamanımı değerlendirmek. Tek istediğim ve halihazırda yaptığım şey bu."

"Atının çatladığı yere evini yap, dinlen. Kalmak istiyorsan kal, gitmek istiyorsan yeni bir at al ve  bu böyle devam etsin. Gitmek istediğin kadar. "

10 Temmuz 2016 Pazar

Witgenstein jr

wittgenstein jr. Eğer bir kitabın üstünde bir filozofun ismi yazıyorsa ve şayet kitap bir kurguysa çoğunluk ne düşünürse düşünsün kitabın yazarının kim olduğu ile ilgilenmemiz her şeyden evladır.

"Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler."

Lars İyer, ingiltere'de Newcastle Üniversitesinde Felsefe bölümünde akademisyen. Yazarın daha evvel yine Kolektif Kitap'tan yayınlanan bir de üçlemesi mevcut. Hayli ilginç ve mizahi bir dille yazılmış olan üçleme Dogma, Kuşku ve Göç isimlerini taşıyor. Düşünme'yi daha doğrusu düşünebilmeyi konu alan kitapların başlıklarndan da anlaşılabileceği gibi düşünmek ve çözüm üretmek bir dilin mümkünlüğü ile zihnimize zuhur eder.

Cambridge Üniversitesinin koridorlarında dolaşıyoruz on iki felsfefe öğrencisi ile beraber. Daha doğrusu derse devam etmek isteyen on iki öğrenci ile beraber. Bu on iki kutsal öğrencinin görevi dersi tamamlamak. Tabiki durumları baştaki şeklinden farklı olarak bitecek.

On iki öğrencinin tek ortak noktası mantık dersini fizksel olarak benzemese de tavırlarıyla ve düşünme biçimiyle Wittgenstein'e benzettikleri hocalarından bu dersi almakta kararlı olmak. Bu on iki adam aynı zamanda hiç bir surette de birbirine benzememektedir, bu da kurgunun en güzel kısmı aynı zamanda. Aileleri, gelenekleri, geçmişleri, hayata bakış açıları da buna dahil. Hatta kitapta tek yumurta ikizi olan Kirwin kardeşler bile hiç bir konuda aynı fikirde değiller.

Düşünüyorum düşünüyorum ve bir şey çıkmıyor. Bütün önermeleri, her şeyi ayrıştırıyorum birleştiriyorum olmuyor. Düşünmenin etken maddesi yürümek, Cambridge'in etrafında saatlerce sürecek, sayısız yürüyüşler yapıyorum, bir öz bulabilmek için. Saf düşünceye ulaşabilmek için. Kendimizi bir filozofun yerine koymasak da olageldiği üzere roman kahramanın bakışından, düşünüşünden kendimizi soyutlamamız da pek mümkün olmuyor.

" Tanrı kavramı had safhada sefalet, azap ve tereddüttün ifadesi için kullanılır, diyor. İşin aslı, din sadece sefiller içindir. Bu yüzden, sefalet hakkında bir fikri olmayan bizler din hakkında da fikir sahibi değiliz. Ve yine bu yüzden, kendimizi asla sefil hissetmeyen bizler felsefe hakkında da fikir sahibi olamıyoruz."

"Sessizliği. Bizi en derin gölün en dibine çekmek istiyor. Oysa biz boğulmak istemiyoruz. Boğulmak için çok genciz. "

Hayata başlayacak öğrenciler için bir nevi köprüden önce son çıkış, sonrası dönen bir tekerlekte yuvarlanma hali zaten, biliyorsun. Gerçekliğin kapıları.



Ludwig Wittgenstein'ın Tractatus Logıco-Philosophicus ve Felsefi Soruşturmalar adlı kitapları Metis Yayınları tarıfından yayımlanmıştır. Yan Değiniler adlı kitabı Oruç Aruoba Altıkırkbeş yayinevi için hazırladı ama kitabın nicedir baskısı yok.

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Tuz

Sırtımda bir melek taşıyorum. Yaz geceleri gibi sıcak kış geceleri gibi uzun bir geçmişimiz var. Bugünlerde hava kararmıyor, laciverdi bir gök yok. Geceye asılı kalmış belli belirsiz bulutlar, kendini koyultmamış mavinin içinde.

deniz tuzu biriktiriyorum kendimde. Kıyıda her duruşumda, soluduğum her nefeste biriktiyorum, içime çeke çeke dolduramadığım iyot kokusunu özlüyorum sanki devamlı. Karıncalar masama kadar çıkmış, sabah su içtiğim bardağın içinde de vardı bir tane.

Bir gül uzanıyor sanki yılların belirsizleştirdiği görüntülerin içinden. Parmaklıkların ayırdığı kıyının orda hareket edecek vapura, iskeleye bakarken bir el uzanmıştı. Saçlarımı toplamaya çalıştım, rüzgar en çok saçlarımı karıştırıyor. Saçımın içine saç karıştıyor. Benim aklım en çok karşı kaldırıma takılıyor.

Örümceklere dokunmuyorum, sinekleri kovalamıyorum, karıncalar her yerde zaten. Aklımı yola salıyorum çoğun kaldırıma bırakıyorum, kimse dökülenleri toplamıyor. Kimse önüne bakmıyor, bilinmez ufuklarda bakışlar gözlüklerin arkasında.

Sokağı çıktım, köşeyi döndüm sonra sessizce, burna doğru yürüyüşümü hızlandırdım. Deniz kokusu, görünütüsü, sesi. Bir tek ben mi saatlerin unuttuğu.


2 Temmuz 2016 Cumartesi

Berlin

Rüyamda Berlin'deydim. Niyeyse sabah uyanınca rüyamda Berlin'de olmuş olmama şaşırmadım. Yaşamak için Avrupa'nın en ideal şehirlerinden biri. Kocaman ve düzenli bir şehirde çok az insan yaşıyor, insan haksızlık bu diye düşünebilir tabi ilk başta. Sonra ağır çekimde düşünmeye başlayınca yani yooo hiç haksızlık filan yok ortada diyorsun, ülke sahasına yayılmış bir nüfus ve gelişmiş sanayi tüm sorulardan kurtarıyor insanı.

Yaşatılan buhran beni yaşadığım şehirden de o şehrin bağlı olduğu ülkeden de koparalı çok oldu. En son okuduğum 'Emine ' Sevgi Özdamar kitabı olan Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar  Gözlerini Kırpmadan adlı kitabın da etkisi olmuş olabilir bu rüyada diye düşünüyorum, gerçi bir ay kadar önce okumuştum ama bilincimin altına atıvermişim bir gün Berlin'de yaşama isteğini.

Kitapta doğu-batı arasındaki geçiş istasyonu Friedrich Straze'den Unter Den Linden caddesinden Alexander Platz meydanından sıklıkla söz ediliyor dolayısıyla yazarına bağlı bir okur olarak ben de her defasında Emine Sevgi ile beraber pasaportumu gösterdim durdum kontrol memurlarına. Gezginci bir okur olarak rüyalarımda şehir şehir dolaşmanın kendim dışında kimseye bir sıkıntı yaşatacağını düşünmüyorum. Bendeki sıkıntı malum 'rüyaymış' kelimisiyle başlıyor.

Ama hal buyken Emine Sevgi Özdamar'ın diğer kitaplarının en azndan isimlerini söylemeden geçemeyeceğim, insanların hikaye anlatma yeteneği varsa anlattığı ne olursa olsun hem okunur hem dinlenir kavlinden bir insan kendisi. Masalsı bir dil demiyeceğim, masal ülkesi ancak kafi gelir bu duruma.  İlk kitap olarak 'Hayat Bir Kervansaray' diyebiliriz bunu söylerken de şayet birtakım listelere de itibar ediyorsanız kitap okunması elzem olan kitaplar listesindedir bilginize. İkinci kitabımız aynı zamanda devam kitabı da olabilecek 'Haliçli Köprü' dür sonra Ece Ayhan ile olan dostluğunun ve Ece Ayhan ile olan mektuplarının da içinde olduğu 'Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur' adlı kitabı okuyabilir ordan da 'Aynadaki Avlu' ya geçebilirsiniz, 'Annedili' adlı kitabını da unutmazsanız sevinirim.




22 Haziran 2016 Çarşamba

pul

Pul pul yüzümü soyuyorum
Mavi kanatlı kuşlar geçiyor
Gözlerimin önünden yetişemiyorum

Bir ses ayaklarıma dolanıyor
Geriye atıyorum ellerimi

Biri mi diğerleri mi
Teneke dama vuruyor yağmur
Kimse yok bu tıkırtıda

El değmemiş bir gürültü bu
Yabani,
ışıklar saçıyor her yana

Yoksadığım
Köprüyü havaya uçurmuşlar,
Pul pul dökülüyor sıvaları

Sayfayı geriye katlıyorum,
Ortasından yapıyorum bu işi
Virgülü iyice bastırıyorum

,,,,,,,,,,,




14 Haziran 2016 Salı

Belirsiz

Her gün dünden kalan belirsizliklerin üzerini çiziyorum. Belirsizlik birden çok olduğu için belirsizlikler halini alabiliyor sınırları belli olan bir gün içinde bile. Bugün de yetmedi, bugün de bitmedi değil elbet bir belirsizliğin hayatına bir belirsizlik olarak devam edemeyeceği bir gelecek hayal ediyorum sadece. Karalama defterine dönmüş kararlar, önünde arkasında sağında solunda durulamayan bir boşluk. Kararlı ve Sınırları değişken bir boşluk olasılık dağına tımanıyor sanki.

Mayıs kimseye hesap sormadan büyük yarınların habercisi gibi yaşanıyor. Olasılıkların en güzeli mayıs ayında yaşanıyor adeta da diyebiliriz. Tembelliği şiar edinmiş bir mevsime kucak açarken uzattığımız günü kuytu köşelerde güneşden kaçarak yaşamaya çabalıyoruz. Yeni bir şey yine bir şey belki de bekleneni aratmayacak bir şey kimbilir, olabilir.

Işık bir projeksiyon makinesi asudeliğinde yeni fikirler yansıtıyor olabilir bize,  yaza delişmen bir ruhla girip İlk sonlu yağmurlar başlarken erken kararmaya başlayan günlerle kocaman hayallerin kıyısından geçilememiş olması. Ama mayıs işte kocaman yarınların şafağı.




13 Haziran 2016 Pazartesi

Çatı

Teker teker olmuyor ya da yavaş yavaş diyelim, olmuyor öyle. Bana geniş zamanın düzlükleri yaramıyor, dar zamanın sert köşelerini, sıkışık üçgenlerin iç acılarını seviyorum ben.

Zor mu değil, kolay mı hiç değil. Bazen öyle sadece çatılardan çatılara aktarılan bir bilgi varmış gibi geliyor, herkesin muammasını bilen çatıymış gibi , kuşlar mı getirip fısıldıyor bunca bilgiyi çatılara onu da bilmiyorum işte.

Yel alsın yağmur götürsün kara bulutlarla kaplansın, bir ben değil cümle alem bilsin istiyorum, çatılarn anlattıklarını. Kaybettiklerim, kayıplarım, bıraktığım yerde durmayanlar yoksa zamanla kaybedilmiş bir şey olmadıklarını mı farkedeceğim o yitip gidenlerin. Çatıdan bir kiremit fırlatıyorum boşluğa, belki de hiç dolmayacak olana. Ya da denize doğru biriktirsem mi bu kiremitleri, tepelerden aşağılara doğru renkleri canlanarak inen kırmızıları.

Çatılarına bakarak bir şehri tanıyabilirim, renklerine ya da renklerinin tonlarına göre bile tanıyabilirim onları, ama en çok onların az konuşan çok konuşan sır verip ser vermeyen hallerine bakıyorum. Şehre girerken bir uğultu ile karşılaşmıyorsanız her şey yolunda demek.

Bazen fısır fısır bir uğultunun içine düşüyorum, gökyüzündeki beyaz bulutlar ne kadar açık bir hava olduğuna işaret etse de ortalıkta açık olmayan bir şeyler oluyor demektir bu. Çatıların hüznünü geniş kanatlı kuşların sesleri bastırıyor kimi zaman, sıcak rüzgarların estiği kıyılardan kaçan martıların sesleri özellikle. İşte ben de bu ses cümbüşünde rahatım.



2 Haziran 2016 Perşembe

cırcır

Dipteymiş her şey. Bugüne kadar sanki niye düşünemediysem ben bunu. Nerdeyse çayırın çimenin, gökyüzünün en alası da oradaymış. Böyle sakin sakin oturup ufka doğru bakarken bir yıldız kaysa da içimiz dışımız hareketlense, kendi gerçekliğimizden üzerimize yapışan etiketlerden sıyrılıp, bir bakın bakın neler oluyor şu koskaca evrende desek diye düşünürken bir dalga yuttu beni. Mavi kocaman üstü  beyaz köpük köpük gözlerinde laciverdi halklar olan bir dalga hem de, sanki bir ressamın elinden çıkmışçasına üzerimi kapladı ve aldı götürdü beni.






Birilerinin bu sakinliği alıp götürmesi yahut birilerinin cırcır böceklerinin sesine dahi tahammül edememesi. Ben mi abartıyorum her şeyi yoksa dalgalı denizin kıyısında durup dinlediğim için mi oluyor bunlar. Kulağıma fısıldanan bunca sözcüğü kim söylüyor bana. Duyduğum bende kalmasın birileri daha işitsin diye götürüp onun kulağına fısıldamıyor muydum ben de. Rüzgara karışsın bütün bozkırı dolanıp gelsin demiyor muydum.

Dalga beni aldı, denizin koca tanrısı dayanamadı herhalde kıyıdaki süklüm püklüm halime. Olsun varsın bir dalganın içinde kıyılara gidip gidip geleyim.








18 Mayıs 2016 Çarşamba

Mezar

İki mezar arıyorum, ikiz bebeklere ait olması gerekiyor. Biri kız biri erkek, doğar doğmaz toprağın altına konulmuşlar. Aslında hiç doğmamışlar. Mezarında bebek ağlamaları duyan babaannemi düşünüyorum. Mezarlar arasında, insanlar arasında bağlantı kurmaya çalışıyorum.

  Kulağımda kesintisiz bir çın sesi var, kafamın içinde bir girdap başım dönüyor bu kalabalıktan.

Şehrin kalabağından kaçmak için en güvenli yer belki de mezarlık, ölüyü de diriyi de koruyor. karanlık basınca yanından yakınından geçmek istemediğimiz bir yer en nihayetinde, gündüz vakti de sıradan bir mezarlığın ziyaretçi sayısı üçü beşi geçmez. Ölülerden bir hareket beklemiyoruz, yeterince ölü olup olmamaları da sorun değil aslında, yaşamımızın bir mezarlıkta elimizden kayabilecek olması herhalde bizi bu kadar ürkütüyor. Ölü toprağını üstümüzde gezdirmediğimiz gibi, ölü toprağına basmaktan da hoşlanmıyoruz.

Benim gece veya gündüz mezarlık kayıtlarında ismi olmayan bebekleri bulmam lazım. Hiç bebek olmamış, nefes almamış bebekleri.  Gizlice yapılan bir defin töreninin kayıtları kimbilir hangi dolapların içinde küflenmiştir.


12 Mayıs 2016 Perşembe

Hal

Gün günden geçiyor, kırılıp dökülmelerim artıyor niyeyse. Zor bulmanın, zoru sevmenin kaderini büyük bir kederle gezdiriyorum şakaklarımda. Neden mi şakaklarımda, zonkluyorlar çünkü, durma kendini hatırlatın en göz alabildiğine canladırması gibi, bakışımı etkileyen bir zonklama hissettiriyor bu hal.

Eskiden de böyleydi çıkalamayan bir o hal vardı. Her nereye çelilmek istenirse istensin ya da her nereye kadar gidebiliyorsa gitsin ben yahut biz o hal'den çıkamıyoruz. Üzgünüz.

Dünya'nın değişmeyen tarihinin sıradan insanı olarak ben de değişmiyorum. Değişiyor gibi yapıp her daim bir değişmeyecek olanı sürüyorum ileri doğru. İlerisi ya da ilerde hiçbir şey yok halbuki.

Duvarı hareket ettirmeye çalışıyorum, sanki üzerinde bir şey var da onu almaya çabalıyorum. Küçük odaların karanlık diplerinde rüzgar esmiyor, perdeler de havalanmıyor, bir böcek geziyor belki yalnızca duvarda. Ürkütürsen o da gezmez.

Dünden kalmışların sabahına oturur bir devanası ağırlık. Çepeçevre bir manzaraya karşı durulmamıştır, sağımızdan solumuzdan rüzgar esmez, o hafifsemeyi hissedemeyiz.


14 Nisan 2016 Perşembe

Uyku


Uyku kapının arkasında, anahtar deliğinden beni izliyor. Uyumamı bekler gibi bir hali var, bunu onsuz nasıl yapacağımı düşünüyor, benden bir yol bulmamı bekliyor. Yoksa beni terkedip kapının arkasına çekilmezdi herhalde.

Yapabildiğim tek şey ışığı kapatmak oldu, ardından da göz kapaklarımı kapattım. Şimdi döne döne bekliyorum kapının arkasındakini, ne zaman gelir acaba ya da gelir mi, gelmeyi düşünür mü daha doğrusu.

Neden ansızın kaçıp gidiyor. beni bu karanlık odada tek başıma bırakıyor bu ele avuca sığmaz hali nasıl kendinde bir hak görüyor hiç anlamıyorum. Uykuya ihtiyaç duyduğum anda uykusuz kaldım yine.







7 Nisan 2016 Perşembe

Kelime

Kelimelerin yerini değiştiriyorum, her gün yapıyorum bu işi. Her gün bir öfkeyi küçültür gibi şakaklarımdaki basıncı  azaltmak için yapıyorum bunu. Yerler değişince oksijen açığa çıkıyor, boşluktaki oksijen beynimdeki pıhtılaşmış düşünceyi parçalıyor.

Sessizce sayfaları çeviriyorum, suretimde gizlenmiş bir şaşkınlığı, bilinmez bir bulunmazı arıyorum. Kırmızı böcekleri üzerimden silkeliyorum, düştükleri yerde toparlanmalarnı yeniden yollara düşüp gitmelerini izliyorum, ayrı ayrı yönlere hareket ediyorlar, bütün sapmaların başlangıç noktasında duruyorum.

Adımı unuttuğum zamanlarda gözlerime bakıyorum.


5 Nisan 2016 Salı

Kemik

Kemiklerimi tek tek çıkarıp ya da sıyırıp demeli belki de yan yana diziyorum. Kimse kimseye dokunmamalı, herkes sukünet içinde koyduğum yerde kalmalı diye düşünüyorum. Kemiklerimi de kimseleştiriyorum, kendimin onlar.

 Ellerimsiz hiçbir şey yapamıyorum tabi, parmaklarım benimle, onları sona saklıyorum. Oysa kemiklerimi boy sırasına dizmiştim. Araları açmak zorunda kalacağım. Her şey tekrar dağılacak. Kemikler bir iskelet sisteminin parçası olduklarını unutacaklar, ben kemiklerimin ızdırabından kurtulacağım, vücudumda hareket etmeyen yerini şaşırmış hiç kemik kalmayacak, omurgamı vidalarından kurtaracağım.

Boşlukta salınmak, hafifliğin çoşkusundan süzülmek. Kanımca bulutlarda gezmek.






3 Nisan 2016 Pazar

Mor salkım

mor salkım kokusunu içime çekiyorum, koparıp ucundan bir çiçeği dişlerimle ezip ağzımın içinde gezdiyorum. Beni çocukluğumun merdivenli sokağının köşesine götürüyor bu çiçek. Merdiven boyu duvardan sarkan mor çiçekleri çiğneyerek yukarı doğru çıkardım. Sonra taşındık, yıllar yılı görmedim mor salkım. kendini aşağılara doğru indirmiş salkımlar halinde duvar boyu merdivenleri kaplayan mor salkımlı başka mahallemiz olmadı.

Ağzımda tadı kalan mor salkımların kokusunu her bahar bozkırdaki  mahallemizin sokaklarında koşuştururken duyardım, tarif edemezdim o zamanlar mahalledeki çocuklara ne mor salkımı ne de kokusunu, ağzımı açınca sesimle beraber kokusu da duyulsun isterdim.

Hayatında hiç deniz görmemiş birine denizi anlatmaktan daha zordu, bir çiçeğin tadını, kokusunu anlatmak.


31 Mart 2016 Perşembe

Köprü

Toprak sertleşmeye başladı, yağmurlar bitti artık. Küçük pati izlerini takip etmiyorum nicedir. Köprünün ayaklarına doğru yürüyorum. Şehrin gürültüsünü en içerden hissediyorum, karşı kıyıya bakmak için iyi bir yer değil burası, ama köprüyü görmek için fena sayılmaz o yüzden kimseler gelmez buraya.

 Terkedilmiş iki ayak gibi durur köprü, dolaysısyla en çok insandan kaçanlar gelir, bu uğultunun hiç bitmediği yere. Şu hayatta pılı pırtısı olmayanlar, sigarasını rüzgara karşı üfleyip bir nefes de deniz solumak isteyenler yani. Köprünün sesi içimdeki gürültüyü dizginliyor, yanlışlığımı unutmamı sağlıyor. Denizden bir şey çıksa bir gün, her şeyden vazgeçmem daha kolay olacak belki de.





27 Mart 2016 Pazar

Uyku

O zaman uyuyorum. Bütün bahanelerimi uykunun sırtına yüklüyorum, ne de olsa ben bunu hakediyorum yani uyumayı çok sevdiğimden değil ama biraz fazla uyusam sanki her şey daha iyi olacak. Ama bu defa rüyalarım çoğalıyor, onları düşünmek de beni yoruyor. Hep bir telaş var rüyalarımda, belki de daha az uyumalıyım.

Ben böyle uyku eşiğinde düşünürken, evin çatısı sürekli çatırdıyor rüzgardan, fırtınalı gecelerde uyuyamıyorum rüzgarın sesinden, yarattığı etkiden. Sanki pencerenin önünde  kocaman bir savaş meydanı var da savaş naraları atılıyor, o kadar kuvvetle çıkıyor ki rüzgarların öfkeleri yüreklerinden handiyse birileri birilerini savaş meydanında mağlup etmek üzere. Ama ortada bir kazanan yok. Uykusuz bir ben var.

Tüm benliğimi saran o seslerden, görüntülerden kurtulmak için uyku kimi zaman derman olamıyor böylece. Zihnimi kandıramıyorum, araya parçalar sokuşturuyor sürekli. Bak bu da vardı, hani hatırlarsan diyor. Bu da sayamadığım uykusuz gecelerimin uyku başlıklı yazılarından olsun.

7 Mart 2016 Pazartesi

Mağrib

Taşları önceden döşenmiş bir yola çıktığımı sandım. Her şey gelir yolcunun başına en çok da aklının kıyısından geçmeyenler.

İçimdeki taşları kıra kıra parçaladım, un ufak ettim iyice. Bekletilmiş, kıyısı perdahlanmış zaman, katlanılmaz gürültünü katlayıp rafa kaldırıyorum. Şimdi çölün karşısına çıkmaya hazırım.

Mağrib, uzak batı. Bir zamanların dünyasındaki uzak yer. Sesimin dağıldığı çöl, geceyi örten yıldız.

Yıllarca bir meydanın kıyısında oturmuş da dinlemiş gibi tüm sesleri, ilk kez gördüğüm meydanın kalabalığına ve  gürültüsüne aşinaymışcasına meydanda dolaştım. Camiü'l Fena yani fanilerin toplanma yeri Marakeş'in ve hatta tüm Fas'ın en büyük ve en kalabalık yeri. Hava kararınca birden meydanın görüntüsü de değişmeye başlıyor, gündüzden başlayan eğlence çeşitlenerek devam ediyor gecenin ilerleyen saatlerine kadar. Meydanda dövme yapan kadınlardan yılan oynatıcılarına, berberi çalgıcılar ve dansçılardan kelle paça tezgahlarına, masal anlatanlardan maymun oynatanlarına kadar her şeyi bulmak mümkün.  Ve her şey benim bir parçammışscasına benimle beraber bütün Suk'larda dolaştılar.

Suk yani kapalı çarşı, ana caddesini takipetmek bile güçken ara sokaklarıyla kıvrılan çarşının her yerini dolaşmak elbette mümkün, aralardan küçük meydanlara çıkmanız ve hatta kendinize oturacak dinlenecek kafeler bulmanız da mümkün. 'Cafe Des Epices' için Marakeşteki en güzel kafe desem abartmam herhalde, bir yandan kahvenizi içip bir yandan etraftaki hareketlilği seyredebilir, hatta gözünüze kestirdiğiniz çantayı şapkayı dinlence sonrası uzun bir pazarlıkla satın alabilirsiniz. 'Good price madame' herhalde en çok duyduğum cümleydi. Yalnız hiç bir şeyin gerçek fiyatının ne olduğunu kestiremiyorsunuz satıcnın söylediği ilk fiyatın üçte birine almaya bakın, good price ifadesi siz ürünü alana kadar defalarca yineleniyor.....

Devamı gelecek...


29 Şubat 2016 Pazartesi

Zalım

Bir baykuş öttü. Karanlığın içinde yerini belli etmek istercesine. Yerkürenin En ücra noktalarına kadar ulaşıp geri geldi ses.  Sessizlikte birden ne olduğunu şaşırdım. Uyurgezer bir halde yolun bitmesini diliyordum. Sanki ayaklarım benim peşim sıra sürüne sürüne geliyordu arkamdan. Ben öyle ayaklarımı dahi hissetmeksizin yürüyordum.

Hangi keder beni çağırdı bu ormana bilmiyorum, kulağımdaki uğultu hiç geçmiyor. Toprak kendini içine çekiyor, üzerindeki cılız otları da yanına alarak.

10 Şubat 2016 Çarşamba

Kıskaç

Yine de düşünmeden edemiyorum. Nasıl oluyor da geçmiyor, durup durup kendini hatırlatıyor anlamıyorum. Bir şey sürekli olarak yuvarlanıyor, dökülüp ufalansın istediğimizde çoğalan büyüyen bir hal alıyor.

Ağzımda büyüyen bir kelime var sanki. Sebebini yitirmiş bir kelime. Her defasında neden diye sormak istediğim bir düğümün uçlarını elimde tutuyorum.

Pencere önünün boş saksılarıyla bakışıyorum, toprak suyunu unutmuş, çiçeğini kurutmuş bir halde. Derdini hangi uçurumdan atmışsa artık öylece duruyor. Ben demir kapının kocaman kilidine anahtarımı oturtmaya çabalıyorum, bu koca boşluğu doldurmaya ne kadar uğraşsam da olmuyor, simetrisini tutturamıyorum, ağır kapı açılmıyor.

Manzarayı süsleyen boş ağaçlara bakıyorum, yapraklarını tam olarak yitirmemiş bir iki ağaç var sokakta, kendilerini şiddetli poyraza saklamışlar sanki. Rüzgarla tutundukları dallarından ayrılan yapraklar hep birlikte hareket ediyorlar, nota defterinin çizgilerinden kayan notalar gibi boşluğa hep beraber süzülüyorlar.

Ben yine duruyorum, düşüncem durmuyor, ansızın bir yangın çıksa ortasında kalabilirim.

24 Ocak 2016 Pazar

Pencere

Sırtımı duvara yaslıyorum, bütün kemiklerim canıma batıyor. Sanki omurgam bir daha hiç bir araya gelmeyecek kırılmış bir vazonun parçaları gibi, sürekli can yakıyor.

Çıkıp dolaşmak niyetindeyim, bir adım atıp bir daha görünmek istememecesine. Canımın acısı geçene kadar belki, belki hiç. Rüzgarımda bir mavi, mavide bir yeşil vücdumda gömülü bir iskelet. Çıksam  da bir çıkmasam da aslında. Üst üste, üstüne üstüne giyiniyorum. Bir yere değdiğimde kendimi hissetmek istemiyorum. bedenimin sesini de duymak istemiyorum. Her an kendimi dinliyormuşcasına adımlıyorum.

Bir pencerenin arkasına, bir salkım söğüdün altına bırakıyorum kendimi en rahat. Belki bakışımsız bir hayatın geçmeyeceğine kanaat ediyorum.

10 Ocak 2016 Pazar

başka

Durmamacasına akıyor, karanlık bir vadinin ortasından, kaynağını biriktirmiş de kimseden bir cümle duymak istemezcesine hızlı hızlı sağa sola çarparak hem de.  Daha mı devam etse yılların ardında birikenlerle. Bu karanlığın içinde kendi sesini uzak diyarlardan gelen bir yabancının öğüdü gibi dinlemesinde var mı bir keramet yoksa.


Sürüncemede biriken boşluğu karşılamıyor hiçbir şey. Kim çiziyor bu resmleri, ben bisiklete binmeyi bile beceremiyorum. Oysa bir harita uzmanı olsaydım ne güzel olurdu, bir zamanlar seyehat ederek yazılan tarih ve coğrafya kitapları vardı. Kimin huzuruna çıksa el üstünde tutulur seyyah, anlatacakları başka diyarların öykülerinin merak edeni çoktur. Gizem her aralandığında farklı bir kapıdan başka bir dünya'ya uzanan sokaklara dalarız.

Hayatın içinde kaybolan rüya'nın izini ararız.











6 Ocak 2016 Çarşamba

Rüya

gölgeler şehrinde bizans tapınağı arıyorum, uyku göz kapaklarımın üzerinde çizgiler oluşturuyor, ben aradağım yere nasıl gideceğimi hala bilmiyorum. Her şey taslaklar halinde birikiyor, ortalıkta dağınıklık yaratmasın diye hiç dışarı çıkarmıyorum onları. Ama şimdi haritada aşağı yukarı yerini belirlediğim bu tapınağı görmek istiyorum. Zihnimin çok dışından gelen bir dürtü sayesinde bu bilgiye sahibim ve o tapınağı bulmak istiyorum. Uykuyla  aralanmış zihnimin yol göstericiliğinde, bir yer bulmak çok da zor olmasa gerek. Sadece iç ses, rehber olabilir.

Bindiğim araç ve içindekiler, yüzyıllardır konumlarını hiç değiştirmemişlerdi sanki yeni bir yolcuya hasret gözlerle bana bakıyorlardı, ben arkalarda sığınabileceğim bir alan var mı diye ileriye bakıyordum.  Bu soluk benizli, buruşuk insanlardan yayılan toprak kokusunu içime çektiğim an hiçbir şeyden kaçamayacağımı anladım.  Nereye gitsem beni izleyecek, ne yapsam ona bakacak ve düşüncemden çıkmayacaklardı.

Beni nice kıvrımdan sonra bir yolun ortasında indirdiler, sağ tarafımda bir sanatoryum sol tarafımda yüksek yamaca kurulmuş orman vardı. Uzunca bir süre baktıktan sonra orman'ın içine girdim, kayarak düştüğümü hatırlıyorum yerlerde biriken kuru yapraklara basınca, sonra toparlanıp tekrar tırmanmaya devam ediyorum hiçbir şey olmamış gibi.

 Sonunda büyük bir ağacın kovuğundan içeri giriyorum, karşımda beni bekleyen tapınağım duruyor, tapınağın duvarında kocaman bir resim. Çatal boynuzları rengarenk,gözlerimi gözlerinden alamıyorum.

Neden sonra uyanıyorum,


5 Ocak 2016 Salı

artık

Artık bir seferdir bu, hiç bir zaman kabul edilmemiş bir yanılgının dönüşü olmayan yollarında ilerliyor, akınını nereye yapacağını bilen muzaffer bir komutan gibi. Öğretilmiş bir geleceğin gelmeyeceğini, sokakların bugün nasılsa yarın da öyle olacağını tekrarlıyorum kendime hiç durmamacasına. Bugün yoktum yarın da yokum.

Fısıldayarak geçti nehrin çoşkuyla akan bölümleri, her yolun sonunda bir adım daha geri düştü ayaklarım.

Ah Minel fikrimin ince sızı, hangi yoldan geçersin. Kabahat dediğin nerdir ki yüzünü çevirirsin.

Yolu olmayan dar'ın içine girmek istersin.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...