30 Ekim 2012 Salı

takvim

masamın üstü hep çok karışık, kitaplığım hep çok karışık, çantam heeep çok karışık kafam heeeep çok karışık. ama nedir canım bunca karışıklığın sebebi, yatağını bulamamış deli su gibi çıldır çıldır sağdan soldan bulduğum ne varsa önüme katıyorum, dağıldım iyice bazan böyle takvimi tutturamıyormuş gibiyim. bu his birşeyler oluyor da ben kaçırıyorum, uzağındayım olanın bitenin duygusu değil ama.

"cahildim dünyanın rengine kandım" cümlesini kurup, bu tanımlamayı yapan adam ne güzel demiş. bazıları tercumanlık yapar diğerlerine onların görevi de budur, şayet bir görev dağılmı uzamanlık söz konusu ise.

haftalardır perşembe gününe planlar yapıp gerçekleştiremiyorum. bakalım bu perşembe de aynı şeyi yaşayacakmıyım. azıcık uyuyayım, şöyle kahvaltı üstüne kahvemi de içeyim diyorum bir bakıyorum saat olmuş öğlesonrası, bu saatten sonra gidilmez diyorum sergiye -malum perşembe günleri istanbul modern ücretsiz- vapurla karşıya geçip iki sokak dolaşıp tekrar mekana geri dönüyorum malum akşam asıl mevzu olan bilgisayar kursu var. teknolojiyle haşır neşir olmak için çaba sarfediyorum gereksiz yere, sırf insanlarla uzlaşabilmek için, sırf genç dimağları bu denli ekranlara baktıran hadisenin kaynağına inebilmek için. birileri de azıcık bize eğilse ya, hep olgunluk hep olgunluk fıttıran yine biz.


19 Ekim 2012 Cuma

trenli

ilk tren yolculuğumu 89 yazında söğütlüçeşme'den feneryolu'na yapmıştım halamla beraber. trenleri sevmemde bu yolculuğun tesiri olduğunu düşünmüyorum. daha başka bir itki olmalı. lise yıllarında boynuma fazlasıyla taktığım kolyelerimden birinin ucunda da tren simgesi vardı. çocukluğumda izlediğim vahşi batı filmleri mi yoksa sebep, ondan da emin edğilim.

geçen gün tren'e binmekten korktuğunu söyleyen birine trenin güzelliklerini anlatıyordum, ama daha ziyade şehirlerarası trenin insana sunduğu güzellikleri. öğrencilik yıllarında çokca Ankara-İstanbul arasında tren yolcuğu yapmış biri olarak arasıra Eskişehir'e uğramanın dışında başka şehirlerin istasyonlarını trenle geçmedim, yol üstündekiler hariç tabi.

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde geçen Prag Garını görünce elimde bavulumla amaçsızca bekleyebilirdim  herhalde orda günlerce.

bir ankara yolcuğu esnasında biletimi kontrol eden kondüktöre restorant'ın yerini sorduğumda adam bana trende restorant olmadığını söyledi. ben de mesajla arkadaşıma trende restorant yokmuş diye yazdım, o da bana sen bir trende olduğuna emin misin dedi. ben de ona "tren olsun da ben mi olmayayım" dedim. bunun üzerine trenli cümleler kuruldu uzunca bir süre. cümlelerin sahibi belki bir tren sessizliği ile sarsılıyordur şimdi.


-" aslında yalnız tren vardı. biz yaşayanlar lokomotifin bacasından semaya dağılan rüya kalıntılarıydık. istemeden başladık hayata."

-" hayatı raydan çıkmış bir tren başlattı. herşeyi. fütursuz bir korku düştü yüreğine, girdi gecenin koynuna. boğulup erimek isterken kara deryanın içinde hülyaya kapıldı.istemeden başlattı bu yalnız gezegende hayatı."

-" aslında ne tren vardı ne gökyüzü. gece gibi umutsuzluk kapladı her yeri. bal karıncaları düş kurmayı bıraktı."

-" aslında bütün geceler benimdir, daha zaman dahi ayak basmamışken yeryüzüne milyon tane geceyi ben yarattım içimdeki kederden. bu yüzden bütün yıldızlar benim çocuklarımdır dedi yıllar önce raydan çıkmkış bir lokomotif." 




porto garı, seramik desenli gar girişinden bir tren figürü. çevirmeyi unutmuşum.

Patricia Highsmith'in Trendeki Yabancılar adlı kitabını okuyorum, Tomris Uyar'ın eşsiz tercümesi ile dilimize kazandırdığı kitap olağanüstü bir polisiye.



ilk beyaz saçım






ilk beyaz saçımı saç yumağımın içinde ne zaman farkettiğimi tarih olarak hatırlamıyorum, on yıl öncede olabilir onbeş yıl önce de. işin aslı beyaz saç bende pek durmuyor, bir süre sonra yokluğunu farkediyorum. aradan geçen sürede mutasyona mı uğruyor yoksa kendini sessizce boşluğa  bırakmayı mı tercih ediyor bilmiyorum. ama bir bakmışım beyaz bir tel saçım var bir bakmışım puf olup uçup gitmiş. tüm bu olanlar nasıl oluyor çözemedim. stresliyken beyaz saç üretip, herşey normale dönünce sanki saçım da normale, siyaha dönüyor gibi hissediyorum.

eskiden hep yaşlanınca beyazlaşan saçlarımla parmakalrımın arasında sigara bir koltukta oturup manzaraya bakmayı hayal ederdim. aslında bu hayalimdeki fotograf karesinin sebebi Mina Urgan'ı beyaz saçları ve sigarasıyla görmüş olmam. bunca şeye rağmen "ben buyum" der gibi bir duruş. sigarayı bırakalı iki yıl oldu nerdeyse, gerçi o yaşlara gelebilirsem altmışından sonra tekrar sigaraya başlayabilirim de. huysuz bir ihtiyar olarak etrafa biraz duman üflemenin kimseye zararı olacağını sanmıyorum.

bir de hiç okumadığım Agatha Christie ve Stephan King'lerim var o yaşlara sakladığım. Agatha'nın tüm kitaplarını okumayı düşünüyorum ama King'in yalnızca Kara Kule serisini okumak niyetindeyim. ben korku filmi bir seyredemem çünkü, tek tek her kelimeyi okuyarak, özümseyerek korkamam.ayrıca insan beyninin korku yaratmakta üstüne yok zaten başklarının korkularının görsel şölenine tanık olmak istemiyorum.

ilk beyaz saçım mevzusunu bugün hatırlamamın sebebi aynada yeni peydağ olmuş bir beyaz saç görmem. beyaz saç bir de inadına diğer saç tellerinden daha sert olduğu için kendini diğerlerinden çok ayrıksı tutuyor. hiçbir şeyin altında kalmam ben diyerek hep üste dimdik.tabi bir de "Son Siyah Saçım"  kitabına tersten bir gönderme yaapmak.

ilk beyaz saç telini görüp hemen yaşlanıyorum galibanın derdine düşmek yerine şu hayatta daha neler yapmak istiyorumun hayaline kapılmak bence daha manidar. hayaller sürekli değişebilir ama insanı hayatta tutup, yaşama bağlıyor, günün daha anlamlı bir yarın olması için nasıl yaşanacağına kılavuzluk ediyor.


11 Ekim 2012 Perşembe

mektup

ne zamandır mektup yazmıyorum. mektup yazmayı artık iletişim yöntemi olarak görmediğim için değil elbet. yoksa mektup yazacak kimsem olmaması mı asıl sorun. bu çağda kimsenin durup düşünmeye zamanı yok ki, oturup bir kağıdın başına inceden bir kelimenin peşine düşünsün.

"durursa anlaşılacak saatin kaç olduğu" dizesine atfen biz de anlayacağız şayet durmayı başarırsak bir gün hayatın bizden neler götürdüğünün.

zaman zaman posta kutusundan yıllar evvel bana ulaşmış mektupları okuyorum. gerçi bu işi yapmayalı da epey zaman oldu. şimdi düşünüyorum da bir mektup yazmayı kime yazacağımı bulamıyorum, yıllar evvel mektuplaştığım insanların yeni adreslerini mi edinsem yoksa.

ilkokulda öğretmişlerdi bize mektup yazmayı, ilk denemeleri o zaman yapmıştım. türkçe dersinin bir parçasıydı herhalde aslında düşününce hayat bilgisi dersinin bir parçası olması sanki daha anlamlı imiş gibi geldi.

mektupu hep uzaktakine yazmadım ama geneli şehirlerarası yazılmıştır. lisedeyken sınıf arkadaşımla mektuplaştığım  olmuştu. yalnız lise yıllarında postadan çıkan herşey  okunduğu için mektuplaşma çok uzun sürmedi desem meraklı ebeveyn olayının nasıl bir trajedi olduğunu tekrar hatırlatmış olmam herhalde. özellikle o yaşlarda hat safhaya varmış bir durumdu bu.

yurtta kalırken bir ara sesli mektuplar da yazdım Sevgili Clara ile başlayan ardı arkası kesilmeyen cümleler. burdan Taranta Babu'ya uzanan bir yol, acaba kaçıncı yazılamayan bir mektuptur bu düşünceler.

bir de kadınların yazdığı her mektubu göndermemesi durumu vardır, kökeninde her düşündüklerini söylememe dürtüsü yatıyor olabilir. bu bir kitap ismi daha doğrusu bu isimde bir kitap var "kadınlar neden  yazdıkları her mektubu göndermezler " tam isim budur. kadın erkek ilişkilerine bir odaklanma söz konusu kitapta elbette.

ama yine de mektuplu zarflı en güzel dizeler Edip Cansever'e ait.



"Hiçbir pul hiçbir zarfa yakışmıyor
Hiçbir zarf üç beş satıra" 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...