26 Aralık 2011 Pazartesi

yeldeğirmeni

geçen hafta bir akşam vakti arkadaşımla kadıköy sokaklarında yer alan bir kaç dans kursu ile görüşmeye gidelim diye sözleştik. netekim buluştuk da meydana yakın bir yerde. fakat yazmış olduğum ilk adresi bir türlü bulamadık olması gereken yerde. biz şu yanı mı bu yan mı diye sürekli olarak nüfus dairesininsağını solunu ve ara sokakları arşınlarken elinde alışveriş poşetleriyle yaşlı bir adam bize nereyi aradığımız sordu. biz bildiğini varsayarak hemen söyledik nereyi aradığımızı, o bize orayı bilmediğini ama biraz daha yukarda bir dans kursu olduğunu, dans kursunun tabelasını evinden sürekli olarak gördüğünü istersek bizi oraya götürebileceğini söyledi.

nadide'yle anında gözgöze geldik. bu saygıdeğer, eski istanbul beyefendisi görünümlü adama inanmamız bizi götürmek istediği yere onunla beraber gitmemiz acaba doğru bir karar olacak mıydı. sanırım gözlerimizi çarçabuk birbirimizden kaçırdık ve inanmak istedik. tabii çok memnun oluruz, belki de aradığımız, adresini edindiğimiz bir başka dans kursuna gitmiş oluruz dedik. eski istanbul beyefendisiyle karanlık ve dar yeldeğirmeni sokaklarını arşınlamaya başaldık.

ve anında yeldeğirmenin eski halinden sokakların artık tekinsiz bir hal alışından,  60'lı 70'li yıllarda bu semtte postahane ve banka müdürlerinin ve  çeşitli umum dairelerinde çalışan üst kademe insanlarının birarada sabahları günaydınlaşarak yaşadığından, eskiki hayatın nasıl güzel bir şey olduğunu anlattı. biz de kendisini anlatması hususunda yüreklendirmedik değil tabi, sualler ederek olayları detaylandırmasını sağladık. bizden ayrıldıktan sonra mutlu olmuştur herhalde. ( yaşlı insanlar muhabbet edecek insan araralr genelde o sebeple mutlu )

gelgelim dans kursu tam bir fecaattı.hemen yakındaki diğer dans kursunu aramaya başaldık orası cadde üstü bir hanın içinde olduğundan en azından binayı bulduk diyebilirim. girişte onaylatma amaçlı sorduğumuz adamın bize yanlış kat söylemesiyle bir kez daha nerde olduğumuzu sorgular hale geldik, ama bir alt katta olabilir düşüncesiye ben han tuvalettindeyken arkadaşımın bir alt kata inmesiyle dans kursunun kapısını bulduğumuzu anladık, lakin bir cumartesi günü saat 19.00'da kapalı olan bir dans kursu olur mu düşüncesi anında hasıl oldu bizde. sonra dedik biz dansa çok uzak bir kültürüz malum dans kursları öğrenci bulmakta zorlanıyor, kayıt yaptıran da bir iki ay devam ediyor gerisi gelmiyor. öğrenci yoksa kurs da yoktur.

neyse ya bir sıcak çay içip yanına iki tatlı birşey yiyip kendimize gelelim dedik ve tekrar sokağa attık kendimizi mecburen sokağa yoksa akşam  vakti olmayan avukutalarla dolu bir handa oyalanmanın alemi yok. biz oturacak bir yer ararken paket servisi olan bir hamburgerciye sorsak mı dedim ilk aradığımız adresi çok uzaklaşmamıştık nihayetinde bir yarım daire çizmiştik yeldeğirmeninde. adam anında bize yeri tarif etti hemen dönmemiz gereken yerden dönüp sokağa girdik ve girer girmez hemen bitiveren sokağın sonundaki dükkana tekrar sorduk, kişi ben binanın ismini söyleyince dans kursunu mu arıyorsunuz dedi o an dilim dışarda eveeet dedim, o da bana şu bina dedi, bu kadar yakında mıymış dedim. ve bina iki defa önünden geçtiğimiz istanbul beyefendisiyle tanıştığımız yerdi tam olarak . nasıl anlayamamıştık biz bu bina olduğunu, çünkü binanın ismini okumak bir kere çok zordu, ayrıca binanın ön cephesi tamamen ışıksızdı aradığımız malum dans  kursu en üst kattaydı ve bulunduğumuz sokağa bakmıyordu.

zile şöyle kısacık dokundum ve anında o ses, kapıyı ittim açıldı. nadideyle tekrar göz göze geldik ve bu kadar aradık durduk şimdi içeri girmemek olmaz bakışından ve biraz da içten gelen tırsmayı hiçe sayarak karanlık binanın içine daldık. evet karşımızda bir dans kursu vardı nihayet.

acaba neden yeldeğirmeninde bu kadar çok dans kursu var sorusuna da hala cevap bulamadm, acaba kadıköyün ortasından itildiler mi dışarıya dışarıya.

neyse eskiden çamlıca'dan esen rüzgar yeldeğirmeninde son bulurmuş, ben şu an çamlıcadaki evimden istanbu'un gözü diye adlandırdığım odamdan yazıyorum ezginin günlüğü'nün en güzel albümü bahçedeki sandal ve şarkı "ayrılıkta söylenmiş bir yaz türküsü" dinleyerek.







21 Aralık 2011 Çarşamba

gezgin

2010 yılından nefret etmiştim. hem de ocak ayının ilk günlerinden itibaren. çünkü belirlenen parayla gezecek imkan yoktu ve daha bir sürü dert. bitmeyen yüksek lisans tezi af coşkusunu gölgede bıraktı her defasında. tam iki af dilekolay , bir üçüncüsünden de yararlanabilirdim ama artık ben vazgeçtim aslında zaten vazgeçmişmişim de haberim yokmuş. olmayan olmuyor daha doğrusu yapılmayan.

2011 yılını hasretle ve de iple çekerek beklemeye başladım velhasıl. epey uzun sürdü gelmesi 12 ay kadar hatta. sonuç yine aynı oldu.bir sürü mutsuzluk beklentileri karşılamayan hayat. tatil denen şey çok kısa iş hayatına kıyasla, fakat çalışmadan tatil olmuyor çalışınaca da tatil olmuyor. 2011 yılından da boyunun ölçüsünü alan bir insan olarak dertlerimin bir kısmının ipini kestim artık bana bağlı değiller özgürce semada dolaşıyorlar. ve geziler programlamaya başladım, bir kısmı henüz gerçekleşmedi ama onlar gerçekleşmedikçe ben daha çok planlıyorum. ve aylar evvelinden planladım 2012'yi.

misal endülüs gezim için aldığım İlker Özünlü'nün Endülüs kitabı hala başucumda ama artık planımı bir ileri taşıdım ve cebeli tarık üzeründen bir de fas'a gitmek istiyorum. bir gezi ile iki kıta. hava çok ısındı.

 bir beneloxe turuna da kendimi çok hazırlamıştım bu yıl ama bu da mümkün olmadı. amsterdam, belçika (özellikle bruges ). İn Bruges filmini izledikten sonra hem Colin Farrell sever oldum ( Büyük İskenderdeki karışın sarışın hali unutulmaz ama olsun filmi de izlemedim zaten) hem de o küçük orta çağ şehrini.

elbette memleketin batısını, güneyini, doğusunu kuzeyini arşınlamayı da planladım.

gezgin ve gölgesi / Halil Cibran


14 Aralık 2011 Çarşamba

silüet

kendime yeni bir kimlik mi bulmalıyım, kalabalıklar arasında yürürken mesela nereye bakmalıyım, etrafla ilgili mi yoksa kayıtsız bir ileri bakışı mı belirlemeliyim.hangisinin kime ne faydası olur.

sarsak sarsak yürüsem , arada çıkık kaldırım taşlarına çarpıp düşme tehlikeleri geçirsem, insanlara çarpa çarpa ilerlesem ya da. ışıklara trafik lambalarına yani uysam mı mesela, beklesem mi hareketli yeşili.

saygın, muteber, normal.

yoksa hep hızlı hızlı yürümelerime, sürekli bir yerlere yetişme telaşıma, hızla bakış atmalarıma sağa sola devam mı etmeli. üstüme üstüme gelen insanları nasıl savuşturmalı peki. biliyorum kimseyi savuşturamam, sıkı sağlam bir küfür bulmalıyım belki de.

belki kelimesini ikiye bölüp, olumlama yapmalıyım hayata sempati ile bakabilmek için ya da. bayan c olup sıradaki tramvayı beklemeliyim he.

12 Aralık 2011 Pazartesi

ilinti

kanımca "unutmak" diye bir şey mümkün değildir.

yalnızca bir şeyi başka bir şeyle ilişkilendirmemek dir söz konusu olan.

11 Aralık 2011 Pazar

kitabevi çıkmazı

her yıl  100'lerce yeni kitap basılıyor, onlarca yeni yayınevi kuruluyor. yeni yazarların sayısı hiç azımsanmayacak bir durumda ve bir o kadar da gençler üstelik. edebiyat yaşlılığa mahsus bir iş de değil zira, herkes fikrince ve hayalince yazmakta özgür. yalnız kimilerinin hayal kırıklığı da bir o kadar  fazla oluyordur, çünkü basılan her kitap haliyle satmıyor. satılamayan kitapların yayınevi olmak ya da kitabı satmayan bir yazar olmak. yazarların ve yayınevlerinin onlarcası toplumdan nefret ediyorlardır herhalde. gerçi herkes herkesten nefret ediyor zaten.

bazıları yazmayı bırakıyor, bazı yayınevleri de kendini kapatıyor.depolarda küflenen kitaplar. geçmeyecek bir acı, biri yeteneğini sorgularken öteki ticaret hayatını sorguluyor. ekşimiş küçük bir pasta dilimi gün sürekli bu tadı ve kokuyu veriyor.

bazıları gerçekten kötü olan bu kitaplar ve yayınevi misyonunu yanlış anlayan ticarethane sahipleri kitabevleri için büyük bir çıkmaz. elbetteki bence.







30 Kasım 2011 Çarşamba

sıradan mucize

o kadar sıradan bir hayatım var ki, hiç bir fazlalığa ya da inişe çıkışa yer yok sanki. katedeceğim yol belli, bineceğim otobüsler ineceğim duraklar ve elbette gittiğim yer ile döndüğüm yer belli.

bu aynılık, birbirini takip eden değişmeyen günler bildiğin sıkıntılı bir durum. bu tekdüzelik, bu sıradanlık bundan öyle roman kahramanıydı film kahramanıydı çıkmaz. onların adı üstünde kahraman illaki başlarına bir şey geliyor. (elin sıradanı ele hoş gelecek değil ya )

nasıl bir yerde kilitlendiysem, belki bir mucize ancak  o da beni bekliyorsa bir sıradanın içinde kurtarır hayatımı.

28 Kasım 2011 Pazartesi

üşüyorum

çok üşüyorum ve çok üşümeme rağmen niyeyse en sevdiğim mevsim kış, bir de sonbahar. uzun yaz akşamları sizin olsun napıyorsunuz uzayan akşamlarında belli değil.

belki de kelimenin tam anlamıyla kış ortasında doğmuş olmanın bir etkisidir nihayetinde yaz çocuğu değilim. kış çocuğu diye de bir tabir yok zannederim, yaz çocuğu da böyle güneşin sıcacık sarmaladığı bir şey galiba pek anlayamadım, anlayamam ben böyle kavramları pratik lazım bana. ben fukarayım kış zenginiyim. üşümek her dilde yoksulluktur.

bu kadar üşümenin Turgut Abi'ye selamı olsun.

"bir kalır uzun duvarlar ve onların dipleri
bir kalır yılgın adamların hep "Evet" dedikleri

çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün

                                                                yaşadığımız"



20 Kasım 2011 Pazar

"hayal ediyorum demek ki yokum"*

başkalarının hayalgücü ile yaşıyorum. her şeyden önce başkalarının tasarladıklarıyla giyiniyorum gerçi benimkiler tasarım değil zaten bildiğin hazır giyim. başkalarının hayalgücünü okuyorum onların yazdığı şiirleri, romanları, öyküleri ve izliyorum filmleri, oyunları. yeniden var ediyorum onları kendime varoluş kanalları oluştururken.

*başlık Leolo adlı Kanada yapımı bir filmden, yazık ki yönetmeni genç yaşta öldü. annesini domates sanan çocuk olarak da bir ünü vardır.

ama geçen gün okuduğum Barış Bıçakçı kitabında " düşünüyorum o halde heykelim" ifadesi de çok ama çok güzeldi.

2 Kasım 2011 Çarşamba

rüyalar ve hayat

hayalgücü çok sınırlı bir insanım, zekam da pek parlak sayılmaz, akıl desen bende bulunmuyor.

gelgelim bu açığı fazlaca fantastik film seyrederek, kitap özellikle bilimkurgu okuyarak kapattığımı zannediyorum. denizaşırı rüyalar görüyorum sık sık . deniz bir süre sonra fiziksel olarak rüyalarımın mekanına dönüşmüş oluyor.

geçen gün rüyamda eski bir kilise gördüm, denizle arasında hiç bir engel olmayan bir tepeye konumlanmış, penceresinden bakınca yalnızca deniz görünen. yapının zemininde bulunan eski usul desenli zemin karoları hala canlılığını koruyan renkleriyle beni çok etkiledi ve girişimcilik duygularımı o kısacık rüyamda ayaklandırdı.

ama aslında kilise sandığım o yapı bir kilise değilmiş, meğer bir geminin kaptan köşküymüş, pencereden aşağıya doğru bakarken güverteden biri bana el etti ve çağırdı. aşağıya nasıl ineceğimi bilemezken kendimi birden denizin ortasında hızla hareketen o geminin güvertesinde buldum ve başladık  kaptan ile sohbete. geminin gezdiği denizlerden tarihine, demirlediği yere kadar.

sabah uyanıp da rüyamı hatırlamaya başlayınca yine mi dedim. napsam olayı yakışıklı Corto Maltese bağlayıp Bir Tuz Denizi Şarkısı'dır bu ömrüm, gel etme artık mı desem ya da çağrışımla Edip Abi'den "gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda" diyerekten denizin üstünde buhar olup uçsam mı.

hamiş:Feneryolu Tren istasyonun zemin karoları rüyamdaki karolara çok benziyordu, tesadüfen rüyamı gördüğüm sabahın akşamı oradaydım karoları görünce şaşırdım.






19 Ekim 2011 Çarşamba

porselen

porselen

porselen tutkunu oldum çıktım iyice, anlayamıyorum niye. her zaman desen neyin üstünde olursa olsun hoşuma giden bir şeyse özellikle denizfeneri, balık, gemi o ürünü ucuzsa hemen, ama pahalıysa uygun zamanı bekleyerek edinmeye çalışırdım.

ne zamanki başladılar benim sevdiğim bu desenleri porselen üzerine basmaya ben de başladım memleketin meşhur porselencilerini gezmeye ay orda ne varmış burda ne varmış (şuursuzlaşmak böyle bişey) diyerekten. yalnız hatırı sayılır bir çeşitlilik ve aynı zamanda aynılık da söz konusu,anladım ki porslenin de modası varmış ve kimse bir diğerinden eksik kalmamak için aynı seri ismiyle aynı ürünleri ( herkes tabi markasının gücüne göre farklı bir fiyat anlayışıyla, çin'den ithal ederek ) ya da benzer desenleri satıyor.

ben bir kere şirazeden çıktım mı zor toparlanan biriyim bana şuursuzca birşeye bağlan de hiç affetmem hemen bağlanırım. tutkunun tutkunu, meftunun meftunesiyim. bir de eşyaya da kıymet veririm eşyanın tabiatını kendi tabiatıma ekler en küçük bir zararı avazlarımla ( haliyle elimden  de başkaca bir şey gelmez) misli mukabele ödetirim.

velhasıl durum artık benim denizfeneri, gemi v.s desen sevdamdan geçti tabi. artık finebone takımlar, ingiliz işi porselenler ve hep eski renklerle yapılmış eski çiçeklere düşer oldum. eskiyen gönlüm de artık bu çiçek desenlerini görünce atma ritmini bozuyor ve birden bire hızlanıyor. ben artık kadıköy'ün antikacılar çarşısını ve salı pazarının eskici tezgahlarını gönlüme hoş gelen eski çiçekler için arşınlıyorum.








20 Eylül 2011 Salı

jakaranda


Bir gün içinde dünyanın en enteresan ağaçalarının bulunduğu kocaman bir kitabın sayfalarını çevirmeye başladım ve gördüğüm ağaca adeta aşık oldum. Tez elden bu ağacı görmek ve dokunmak istedim ama ağaç kıtalar ötesi konumlanmıştı bana göre ya da ben yanlış enlem ve boylam kesişmesindeydim. Ama yine de bu güzel ağaçla kaplı bir sokakta yürüyeceğimin hayalini kurmaya devam edeceğim,iklim değişikliği belki de beni ağacıma yaklaştırır. Bizim buralarda artık yaşayacak toprak nefes alacak alan yok, kaldıki bir jakaranda'nın kapladığı alan bizim için koca bir şantiye demek. Bu arada ağacın anavatanı için Brezilya diyebiliriz , biraz Afrika'da bazen de Avusturalya'da görülebiliyor.






13 Ağustos 2011 Cumartesi

dünyanın kapıları

tatile gittim ve elbette geriye döndüm.- burdaki dönüş gitmek var dönmek yokdaki geri bildirim haline gönderme değil, burdaki dönüş insan tatilden niye dönsün yahut dönmek istesin a canımmma-

yıllar evvel hatta tamı tamına 11 yıl önce şöylesine çok kısacacık bir tatilcik için gitmiş olduğum olympos'a gitmek istedim.- daha evel öğrenci sefaletinten ve de mızmız bir arkadaşın şikayetlerinden ve huysuzluğundan tatilin zehir olmuşluğu ve bölgenin keşfini tam olarak yapamamak içimde kalmış sanırım-

iyi de yapmışım hatta yapmışız ankara'dan bir dostla beraber olympos'da buluştuk - 11 yılda acayip değişiklikler geçirmiş olmasına rağmen ordan mutlu ayrıldık- ve bir zamanların önemli bir liman kenti olan mekanı acele etmeden zamana yayaraktan doyasıya gezdik.


yorgun ama mutlu olarak-iyi bir tatil yapmış olduğumuz için mutlu- olympos'dan ayrıldık.


16 Haziran 2011 Perşembe

haziran

bir haziran daha yaşamak, bir yılı yarılamak aynı zamanda ve hiç uygulanamayacak olan tatil planları demek aynı anda. zalim ay haddinden de uzun zahar. ama napalım biz nasıl olsa nefes alıyoruz 28 olur 30 olur ee olmadı 31 de uyar alt tarafı takvimle boğuşuyoruz, geçen zaten hep ömürden.

haziran faydası sabahları börtü böceğin sesine koşut uyanış oldu galiba, komşunun horozuyla güneşi selamlama yarışındayız bazande. ama çok sürmez bu yarışın galibi horoz efendi olur, bünyem alışacaktır bu nağmelere temmuza doğru. ve biz yine doğaya kayıtsız kalarak yaşamaya devam ederiz böylece.

9 Nisan 2011 Cumartesi

son

Doğuya sürüyorum
Güzel Atlar ülkesinden geçip
Dicle'nin sularına bırakacağım kendimi
Pullarımdan süzülecek yıldızlar

1 Mart 2011 Salı

haydarpaşa

haydarpaşa, trenleri sevmemin sonucu beni kimileyin ankara'ya kimileyin eskişehir'e ve elbette istanbul'a bağlayan fantastik bir yapıdır.aslında sadece büyük gar binalarının değil küçük şehirlerdeki istasyonların hatta uzun yolculukların uzuyan yollarında aralardan kendini gösteren o küçük yapıların da hayranıyım. tümden bir gar mimarisi ya da istasyon mimarisi hepsi aynı renk bozkırın ortasında ben de varım demek için sanki. manazaraya eşlik eden ve sanki seyredilmek için yapılmış gibi gelir kimi zaman. yolculuk yapmanın en mutlu eden yanı varılacak yerden ziyade yol'dur benim için,ama hiç bir zaman da bir trene atlayıp bilmediğim şehirlerde dolaşmaya çıkmadım ve geçiktim de bunun için biraz.

haydarpaşamı alevler sardığında bir iki arkadaşımın aklına ben gelmişim hemen. sevindim hem de çok sevindim haydarpaşa ile özdeşleşmeme sevindim.ama o yangın ikimize de büyük zarar verdi. hayat geri dönüşsüz bir şekilde ilerlemesini sürdürürken bizi de savuruyor alevlerle pervane misali. benim ayaklarım hala yere tam olarak basmadığı için dengem çabuk bozuluyor.

25 Ocak 2011 Salı

menekşem

menekşemi gördüm ve paniğe kapıldım. sonra bir avazla annemi yanıma gettirtim. n'oldu çiçeğime. odanın güneşliği açılmış ve bir daha kapatılmamış menekşem yanmış kavrulmuş bütün yapraklarını kurutup kah tabağına kah toprağına bırakmıştı. sadece yazın bir geçiş noktası olarak -terasa çıkmak için- kullandığımız salonumuzun güneşliğini hangi aklı selimin açmış olduğunu öğrendim elbette ama bu sorunumu çözmedi kendime bağıracak bir insan daha bulmuştum.

menekşemi korumaya aldım yani menekşe saksımı, toprakta bir menekşe iskeleti vardı çünkü. sabahları işe gitmezden evvel yanına uğradım senin de yaprakların olacak çok yakında toprağında bir menekşe özü var dedim. sonbaharla beraber saksıda bir yeşil yaprak belirdi. yaşasın diyerekten sevinç çığlıkları attım. yaprakların sayısı arttı, budur dedim atalar neden haklı olmak zorundasınız da dedim içimden baktım menekşeme.

lodoslar şehrimizi terketmeye başlarken yani aralık ayının ilk günleri yahut kasım  ayının sonuna doğru da olabilir, menekşemi bu kez soğuğa karşı korumak için, ki bizim ev tam bir kış evidir yaz aylarında geçiş noktası olarak kullandığımız salonun kış gelince kapısını kapar bahar gelene kadar önünden geçmeyiz dolayısıyla menekşeme kış için güvenli bir yer tahsis etmem gerekiyordu ve evde olası kalan diğer bölümleri hızlaca zihnimden geçirdim, düşünülecek çok da biryer yokmuş aslında mecburen mutfak oldu seçimim. mutfak penceresinin önü biraz olmamakla beraber başlarda oldu gibi göründü bana, daha doğrusu oldu kısmında yüzdesel bir parça fazlalık vardı. bugün o payeyi geri aldım mutfaktan. bir kaç gündür menekşem üzerinde yapmış olduğum gözlem mutfağın da penceresinin önün de kuzey rüzgarlarından çok etkilendiği idi. tevdili mekanda ne kadar ferahlık olduğunu menekşemin yeni mekanında göstereceği değişimle göreceğim.

soğuk ve çok soğudur evimiz, sıcak evler hasta ediyor bizi ailecek- ama kendisini bir göz olarak niteliyorum istanbul'un gözü.manzaramızı önce moda'ya dikilen manasız otel şimdilerde o oteli de görmemizi engelleyen daha devasa bir yapı işgale başladı beton beton yaşatacaklar hepimizi bir menekşeyi diriltmek mitolijik bir öykü olur mu küreselleşen dünyanın garip ikliminde-

24 Ocak 2011 Pazartesi

sigarayı bıraktım

sigarayı bıraktım ve bunu herkes bilsin istiyorum. kadir bey'le görüşüp şehrin gerekli gereksiz bütün üstgeçeitlerini, tüm köprülereini ve hatta reklam panolarının hepsini bu bilgiyle donatmak istiyorum.ben her şeyi büyük bir seramoniyle yapan insan bence bunu hakediyorum.

sigarayı bırakmak öyle büyük bir irade gösterisi filan da değilmiş, bunca yıl keyfimi bozamam, aman huzurum kaçmasın, zaten tamamen keyiften içiyorum diyerek kendimi oyalamışım. fazla abarttım galiba bu kadar basit de değil aslında ama mümkün, çelikten iradeye gerek yok, olsa ben yapamazdım biliyorum.

sigarayı bırakmanın yegane faydası yüzüme özellikle göz altlarıma yapılan iltifatların sayısı artmaya başlayınca ben tarafından kayda değer olarak görüldü. gerçi kokusundan oldum olası hoşlanmazdım ama insanlar artık çok kötü kokuyorlar, ben de mi böyle kokuyordum diyorum şimdi. elimdeki giysimdeki kokuların farkındaydım da insanın ağzından ne fena kokuyormuş gerçekten içmeyene eziyet.

hayatımdaki zararlı şeyleri azaltıyorum yavaştan, sanırım yaşlanmanın eşiğindeyim ve burda kalmak istiyorum.

13 Ocak 2011 Perşembe

ölümüne yürüyorum

ölümüne yürüyorum sanki hep bir yerlere yetişmek zorundayım, ya da  birşeylerden mahrum kalmama çabası mı bu. hayat beni kovalıyor hatta kovuyor ben de sürekli olarak yetişmeye çalışıyorum ve bunu yaparken de yanımdakileri de sürüklüyorum. yine "ölümüne yürüyoruz" dedi birileri.evet evet, artık sokakları yavaş yavaş sakince geçeceğim, hoş sokakların hepsi birbirine benzemeye başladı artık sokaklarda görülmeye değecek bir şey de yok ama olsun ben yavaşlama kararı aldım.

en sevdiğim yazarlardan Kundera bu durumun çok da güzel kitabını yazmıştır. Yavaşlık.

"yavaşlık ile anımsama,hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır.gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim:bir adam sokakta yürüyor birden bir şey anımsamak istiyor,ama anı uzaklaşıyor.o anda,kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor.buna karşılık,az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan,hala çok yakınında olan zamanda sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.

yavaşlığın derecesi anın yoğunluğuyla doğru orantılıdır;hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. "

bendeki hız problemi tam olarak buna bağlı olmasa da günümüz madem hız ve teknoloji çağı karşısında yer almayı seçiyorum.bu blog da kendi kendini yok edecek bu ilk yazıdan sonra napalım mukadderat.

4 Ocak 2011 Salı

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...