30 Kasım 2013 Cumartesi

denklem

basit bir hayat istiyorum dedi. basit bir hayat istiyorum tekrarları ( tekrarları ) sesi çığlığı herkesten her yerden yükseliyor. vecd halinde basit bir hayatın özlemiyle günler geçiriyoruz. yirminci yüzyıl artığı olmanın getirdiği bir istek olsa gerek.

basit olan sıradan değildir. basitlikle sadelik kastedilmektedir, sıradan ise daha vasati bir şeydir, özelliği olmayan, yavan bir şey. hiç bir şeyde tat bırakmayan, dokusu dokunuşu olmayan bir şey belki.

aslında hayatın basit kuralları vardır, dünyanın güneşin etrafında dönüyor oluşundan, güneş doğar güneş batar kadar basittir hadise. ama yerleşik hayata geçen, betonu keşfetmiş bir dünyanın önünde kimse sakince duramıyor herhalde.

basit bir hayatın imkansızlığı, yahut sıradışılığı noktasına geldik. basit bir hayat düşü neredeyse  izole bir hayatı imler oldu bugünlerde. bombardımandan kaçmak gerek, ama saldırının nereden geleceği belli olmadığı gibi, çok da ahlaksızca. kaçamıyorsun.

küçük bir işim olsun, sabah gideyim akşam geleyim, kalabalıklara dokunmadan geçeyim, kendi dünyamda yaşayayım noktasında taşraya hasret gözlerle bakar olduk hayata. bu yaşta hepimiz bir kaç dönüm arazim olsun ekeyim biçeyim, yetiştireyim diyerekten neticeye vardık.

eskiden normal bir arkadaş istiyorum diyen birileri vardı etrafımda. şimdi basit bir hayatın özlemi her yanımız.


21 Ekim 2013 Pazartesi

sinemasal anılar

gençlik günlerini sinema sektörüne verenlerdenim ben de, kısmen tabi. Ankara'da öğrenciyken sinemada teşrifatçılık yani yer göstericilik yaptım. genelde kelimenin eski kullanımı olan teşrifat kelimesini tercih ederdik bize sinemada ne iş yaptığımız sorulduğunda. Quantin Tarantino'nun da teşrifatçılık yaptığı düşünülürse, hala yapan bunca insanı da yabana atmamak lazım aslında güzel bir işti. biz çok eğlenirdik. gençlik etkisiyle belki ya da hep eğlence arardık zahar.

geçen yüzükleri efendisi vardı televizyonda Ankara'daki arkadaşımı aradım, ona da dedim televizyonda yüzükler var aklıma geldin bir arayayım dedim, sonra telefonda epey bir güldük, eski günleri yad ettik, bana dedi ki o zamanlar gülüp eğlenmek için yaşıyorduk, kendimize eğlence arayışındaydık sürekli.

okuldan çıkar yirmi dakikada Tunalıya varırdım, hızlı hızlı adımlarla tabi.her gün yürüdüğüm yoldu, sanırım gide gele kısaltmıştım yolu, aynı sokaklar aynı dükkanlar. sinemada ilginç bir alem vardı. makinistler tam seyirlikti ama, filmi başlatır sonra ortadan kaybolurlardı, ya kağıt oynamaya, ya içmeye ya da at yarışına koşarlardı. filmin başlaması herkesi mutlu ederdi ama.neye ya da nereye olursa olsun geç kalanları kimse sevmez hele filme geç kalanları hiç, elimizde taşıdığımız o fenerleri daha bir anlamlı kılmış olurlardı geç kalanlar, kullanmış olurduk fenerleri ama yine de insanların geç kalmamaları bizi daha mutlu ederdi. geç kalan da öyle her zaman bahşiş vermezdi, tabi o zaman haricen bir de küfür sallardık şahsın arkasından. film başlar, koridorların merdivenlerin ışığı söner ve herkes saatine bakar,ilk önce  hangi film ara verecekse, o vakte kadar herkes kendi şamatasının eğlencesinin peşinde orda burda sağda solda gezerdi. bir sonraki aşama film arası. malum herkesin tekrar işinin başına geçmesi gerekiyor. makinist bir dur düğmesine basacak salonun ışığını açacak, ben insanlar salondan çıksın diye kapıyı açacağım, büfeci iş yapmak için bankosunun arkasında yer alacak. sonra bir yerlerden bir gong sesi duyulacak ben yine kapıyı kapatmaya sona kalan insanları içeri iteklemeye, kapıyı tekrar tekrar açıp kapatmaya devam edeceğim.


sinemada en çok emeği olanlar makinistlerdi tabi. sağ olsunlar hepsi birer anı deposuydu aynı zamanda, yılmaz güneyli günler, film bobinlerinin salon salon taşınması, filmleri üç beş parçaya ayırıp salonlara serpiştirmek, yemek yapmak, mısır patlatmak v.s hep onların göreviydi.

sonra son seans gelip çattığında o kapıları daha kuvvetle kapatır, geç kalana daha çok küfreder, ve sakarya'nın yolunu tutardık. artık bizim eğlencemizin de zirve yapması gerekiyor.

bazan eski günlerin hatırına  sinemada çalışmak istiyorum. sinemaya gidince acaba eleman lazım mı diye sormamak için kendimi zor tutuyorum. fakat soramıyorum., zaten ben de artık o sinema merdivenlerini üçer beşer inip çıkamam, merdivenlerin  trabzanlarından kayamam, olmadı merdivenlerin başına gerilmiş geçişi önleyen o şeritlerin üzerinden atlayamam.


18 Ekim 2013 Cuma

yıldız yanılsaması

yıldız kayması yanılsaması bu. yıldız kayacak haberini okuyup, gece gün doğana kadar bekledim, gözlerim gökyüzünde, ablamın getirdiği şarap ve Ahmed Arif şiirleri ile beraber.

zalım dünya. kayan bir yıldız görmedim. belki şaraptan belki şiirden belki de zihnimin görüsünün çok iyi olmamasından. sıcak bir yaz günü dileğimi boşluğa bağırdım.

ruh kayması, yıldız kaymasından farklı bir olay.izlenmesi ayrıca sakıncalı bir durum.

iki bayram arası ölüm sessizliğindeydi. ilk bayram öncesi yürek burukluğuna dayanma süreci gibiydi.

hey derviş, bir derviş, ruhum bir şamanla öte dünyaya göçtü.


16 Ekim 2013 Çarşamba

albatros

toparlayamıyorum. toparlanamıyorum. dağınıklık her yanıma bulaştı. ne yapmak istediğini bilmeyen insanlara döndüm, - gerçi genellikle ne yapmak istediğini bilen biri de değilim- sürekli koşuşturmaca da insanların afyonu olabiliyor galiba, durmaya zaman yok. durursam anlayacağım çözeceğim gibi geliyor bazı şeyleri ama duramıyorum ki. hem de hiç. kafamda saç bacaklarımda derman kalmadı.

durmam lazım, saate bakmak istiyorum.

sıcacık çay, sıcacık kahve istiyorum. yarım yarım kalmış soğuk çaylar kahveler istemiyorum. hayat ülke koşullarında hem çok ucuz, hem de çok pahalı. pahalı bir hayatı ucuzlaştırılmış emek gücüyle ayakta tutmaya çalışıyorum.hem pahalı hem içi boşaltılmış. neresinden dokunsam bu şişirilmiş hayat beni dışarı fırlatıyor.

"aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni" gibi hissediyorum kendimi. yanlış bir duygunun peşindeyim, olmayan bir duygunun belki, karşılığını bulamayan yahut. ya da duygumu tanımlayamıyorum, ayaklarım bir yerden sonra geri geri gidiyor.




kocaman kanatlarım var, ama bu sadece işe yararlılık neticesinde bir etki oluşturuyor.








25 Eylül 2013 Çarşamba

benim amsterdamım

kanallar boyu köprüler gördüm. insanları ve bisikletleriyle beraber. hatta bisiklet insanlar da diyebiliriz herhalde onlar için. bu satırları bisiklet desenli pijamam üzerimde yazıyorum, yıllardır  bisiklet alamayışımı bir pijamayla taçlandırdım da diyebiliriz.








amsterdam. beni benden alan bir şehir oldu. bütün sokaklar sanki güzelim Rembrandt meydanına çıkıyordu. sabahın erken erken bir saatinde kalkıp trenle kendimizi şehir merkezine attık, ordan otobüsle  Van Gogh müzesine doğru yol aldık, otobüse orta kapıdan binip,bir de üstüne üstlük hiç bilet almadan yolculuk yaptık, hoş orta kapıda da bilet okutma cihazından vardı fakat bizim biletimiz yahut kartımız yoktu, bant kaydı sürekli olarak biletimizi sordu durdu ama biz pek oralı olamadık, misafirdik bu şehirde, ayrıca biletimiz de yoktu, tren için  yüklü bir ödeme yapmıştık zaten amsterdam belediyesi ona saysındı. amacımız bir an evvel Van Gogh müzesine gitmekti, kimseler uyanmadan biletlerimizi alıp günü olabildiğince uzun yaşamak istiyorduk. neyseki müzenin önüne geldiğimizde korkunç tabloyla karşılaşmadık, önümüzde yalnızca iki çekik gözlü turist vardı, kocaman gezen bir nüfusu düşününce iki oldukça ve de oldukça az göründü bize. neyseki deyip rahat bir nefes aldık, ama heyecanım birden artmaya başladı, sanki Van Gogh'un kendisini görüp ona dokunabilecektim, öyle heyecanlandım.


başlarda kimsecikler yoktu resimlerin önünde istediğimiz kadar eğleşebiliyorduk, vakit ilerledikçe kalabalıklaşmaya başladı müze. Van Gogh'un ve yalnızlığımızın müthiş tablosu Arles'deki Oda , Sarı Ev, Çiçekli Badem Dalları ,ki kendisinin bir kopyasını aldım müzenin dükkanından, Patates Yiyenler tablosuna Nadide için de baktım, Vazoda Ayçiçekleri.

 içlerinde dolaşabileceğimiz tablolar, üzerinde gezebileceğimiz, dinlenebileceğimiz tarlalar, bize uzaktan el eden güneş. bahtiyardım hem de  çok. neredeyse dünyanın bütün başkentlerindeki önemli müzelerde bir Van Gogh tablosu vardır, ama en fazlası Van Gogh Vakfına ait olan bu müzededir.

müzeden çıkarken giriş için bekleyenleri görünce erken erken gelmenin mutluluğunu yaşadık, fakat ardından biz Rijkmuseum'a girebilmek için epey uzun bir kuyruğa eklendik, yapacak bir şey yok bekleyeceğiz. rijkmuseum flaman ressamların kalesi adeta. coğrafi keşiflere ön ayak olmuş, sömürgeci bir milletin zenginlerinin resim sanatına ve ressamlara epey katkısı olmuş. görmek istediğimiz resimleri ve salonları broşürler üzerinden belirleyip vakti iyi kullanmaya çalıştık.  müzede sadece flaman ressamların eserleri de yoktu uzak asyadan getirtilmiş çok güzel porselenler, heykeller vardı.

saat epey ilerlemişti, aç ve yorgun olarak müzeden ayrıldık, sokaklarda dolaştıkça iyice mest oldum, şehirde sonsuz köprü vardı sanki, sürekli kanal ve köprü geçiyorduk, aydınlık güzel bir gündü. antika dükkanlarının içine giremeyip vitrinlerinden bakmak bile büyük zevkti ne pahalıydı mavi beyaz porselenler. kendimizi birden Rembrandt meydanında bulduk. şahane bir yer, etrafındaki kafe ve barlarla, meydana bağlanan sokaklarıyla bütün şehirlere tavsiye olabilecek bir yer. şehrin asıl meydanı da olmadığı için  biraz küçüktü o kadar.

dom meydanına ikinci bir kez gittikten sonra, önce Anne Frank'ın evini ziyaret edelim dedik sonra tekrar mekanımıza döneriz diye planladık. Anne Frank'ın evinin önünde de epey bir kuyruk vardı. evin önündeki kanala bakan banklarda iyice bir dinledikten sonra içeri girmeden yola rahvan olduk. ve yine meydanımıza döndük.  marketten nevaleyi alıp biz de oturduk çimenlerin üstüne. market kapanınca bir daha amsterdama gelirsek bu otelde kalalım dediğimiz meydandaki otelin bahçesindeki masalardan birine oturduk ve lüksemburgda tanıştığımız leffe marka biradan istedik. gece ve biz bahtiyardık.




12 Eylül 2013 Perşembe

günler / günlükler

Susan Sontag, onu hiç böyle bilmezdim. Daha doğrusu onu tanımıyor muşum bunu farkettim, oğlu David'in yayına hazırladığı günlüklerin ilk bölümünü okudum. 17. yaşı ile 30. yaşını kapsayan ilk bölüm Dante gibi hayatın ortasında olan beni çok etkiledi. üç cilt olacakmış, sabırsızlıkla diğer ciltleri bekliyorum.

patti smith'in kitaplarını da başladıktan sonra büyük bir coşkuyla okumuştum.  benzer hayatlar gençlik günlerinin ve dahi aslında hiç bitmeyen varoluş sorunu, yeni yetmeliğin ipsiz sapsız sorumsuz hallerinin felsefeyle harmanlanması diye de özetleyebiliriz. ya da herkesin sorumsuz olarak adlandırdığı ama  kendi içinde bir şey,  çok şey barındıran bir hayat.

defter tutan, biriktiren kadınlar. kadınların kararları ya da kararsızlıkları ya da kararlı duruşları, öyle değilken en çok da. o öyle değilken bu böyle değilken gökten üç elma düşüyor, tekrar yer çekimi, tekrarlayan yer çekimi. şap. (şair adam bulutların üstünde oturur )

"kendimi tanımlamak için yazıyorum - bir kendini yaratma eylemi olarak - olma sürecinin bir parçası bu. kendimle diyalog içindeyim, sevdiğim yaşayan ve ölü yazarlarla, ideal okurlarla..."*

birinin günlüğünü okumak, ne kadar duygu düşünce paylaşırsak paylaşalım,  tam olarak onun beyin kıvrımlarında dolaşmak gibi olmasa da, yine de birinin çoğu zaman dillendirmediği duygu ve düşünceleri teklifsizce okumaya cürret etmek gibi, tüyler ürperten bir heyecan.

çocukken tuttuğum defterler vardı, hepsi aile içi drama dönüşürdü okunduğunda. ben de ne yaptım defter tutmaktan vazgeçtim. beş kardeşle yapılacak iş değil, defter biri olmasa diğeri tarafından bulunup okunuyor, sonra bir de ortalığa saçılıyordu.

sonra monologlar, beynin içinde kendi kendine hasbihal etme. günlük tutmak da kendi kendine hasbihal, hatta beynin içindeki monologlardan çok daha iyi bile sayılabilir yerine göre. düşünce hızıyla yazmak mümkün olmasa da ve yazarken kelimeler yahut cümleler değişikliğe uğrasa da yazmak çok daha büyük bir eylem. en azından somut gerçeklerle baş başayız. sontag gibi bir tanıma ulaşma isteği.

" bastırılmış duygularım dışarı sızıyor - yavaşça
kızgınlık biçimini alıyorlar
sürekli içimden geçen kızgınlık sızıntısı "

"ne hissettiğimi neden bilmiyorum ? dinlemiyor muyum ? yoksa kapalı mıyım ? herkesin her şeye doğal tepkileri yok mudur ? 

"gerçek duygularımın ne olduğunu bilmediğimden söylesin diye karşımdakinde başvuruyorum. karşımdaki ona göre duygularımın ne yönde, nasıl olması gerektiğini söylüyor. benim açımdan sorun değil, çünkü duygularımın ne olduğunu zaten bilmiyorum, uyumlu olmaktan hoşlanıyorum, vb."

"merhametli olma. merhamet bir erdem değildir. merhamet, gösterdiğin insanlar için kötüdür. onları hakir gördüğün anlamına gelir."

"hayatımı yaşıyorum fakat hayatımın içinde yaşamıyorum."


 Susan Sontag Yeniden Doğan Günlükler ve Defterler, 1947-1963 Agora Kitaplığı

27 Ağustos 2013 Salı

kaçamazsın

kaçamazsın. olay örgüsü çok sağlam. içte ve dışta düğümler var.

kaçamazsın, köksüzlüğün burada bir şeye yaramaz. tutar seni bilir bilmezler.

kaçamazsın, mevzu derin.

hayatın kökleri beynin sarmalı toprağın üstü bulutların altı tutar.

geliyorum gidiyorum duruyorum.

bekliyorum.

öyleyse,

"bir kapı önünde" beklenir her şey.


24 Ağustos 2013 Cumartesi

sardunya

neden bu kadar çok konuşuyorum kendimle. tekrarlar tekrarlar. yineleyerek de olmuyor yinelemeden de.soruyu hep aynı yere aynı biçimde soruyorum galiba. beynimde çalışan başka bir yan ya da yer  yok sanırım, çıkamadım ben bu mevzudan.

kadıköy sokakları, yukarı çıkıyorum moda, aşağı iniyorum rıhtım,sonra eve dönüş yolu hiç değişmiyor.

beni bir sardunya büyütmüş olamaz, kapımı da çalmamıştır. bütün bunlar olsa bilir miydim, onu da bilmiyorum.

içimdeki bahar coşkusunu, kırmızı, harlı, kanlı bir içle değiştirdim.

"son sardunyalar, ah ne kahraman ne cesur ne güzel çocuklardık"

9 Ağustos 2013 Cuma

pere lashaise sakinleri

her rockçu genç gibi benim de paris'e gidince yapacağım şeylerin başında Jim Morrison'ın mezarını ziyaret etmek vardı. neden böyle diye soramayacaktım elbet, ya da kapının arakasında ne var Jim diye. bu yaşadığımız şey gerçek mi, yanılsama mı diye de soramayacaktım. sanırım her şeyin  yalandan olmasını isteyen bir yanım da var, katlanılmayacak gerçeklerle yaşamanın acısı, bunca aptallığın bir güldürü olmasını istemek, karalarla denizlerin yüz ölçümü değişirken, insanların bunca bencil ve koltuk çılgını olması fikri, dayanılmaz.

                     
                                  riders on the storm


yıllarla beraber mezarlıkta ziyaret edeceğim insan sayısı artmaya başladı. zalimin zulmü ne denli artıyorsa, bizim umudumuz da hiç bitmiyor sanırım. kocaman bir gülümseme, hep bir gülüşle hatırlanmak bulunduğumuz duvarın ardına inat, bir yeni doğan heyecanını yaşamak.



çerçevesiz hayatın yaşam alanı, bir kaplanın yaşam alanını paylaşmak gibi bir şeye dönüşebiliyor kimi zaman. av. gönlü av'dan yana kayan bir avcı ise imkansız, avcı hikayeleri hala mübalağa sanatının örnekleri. resimlerini  gördüğümde çok şaşırmıştım, nasıl olabilir, hüznüme ve çıplaklığıma ortak edebileceğim kadınlar. varlar.


                                        amedeo modigliani

şarkıyı bölüştük,  fikri bölüşemedik, müjgan, yanaklarımızdan süzülen.



matemimle gittim mezarlığa, siyahlarımı kuşandım, gençliğimi de yanıma aldım, bana sonsuz gençlik bahşedilmişcesine, dolaştım yüz yıllık ölüler arasında.


                                                         oscar wilde


pere lashaise mezarlığı, kendinde yaşayanlarıyla mutludur elbet, ya da bu kadar huzursuz ve sakin olmayan insanlarıyla yaşamayı kendine dert etmiyordur.

3 Ağustos 2013 Cumartesi

taşikardi

ritmim bozuldu. ritim bozukluğu önce ayaklarımda başlıyor. sokağın kapısını açar açmaz, kapının kapanma gürültüsünü duyar duymaz, uçuyor, kaçıyorlar ayaklarım. sokak severler, güneşe doğru koşarlar, ıslanmaktan hoşanırlar. kan tam olarak dolaşmıyor kan'ımca. bir yerlerde sekteye uğradı hayat.

tarifsiz uzayan bacaklarımın yanında, ritmi bozulan ayaklarımın olması da çok normal.

otobüse bindim,ayaklarımı katlayıp bir köşeye koydum, şimdi ritmi bozulan parmaklarım var. görevi ellerim devraldı. yüceler yücesi freud'a mı yoksa lacan'a mı sığınsam. fallus eksikliği, fallus'suzluk, fallus'luluk. yokluk, varlık, hiçlik.


   "naci en alamo"

"hiçlik ülkesinden geliyorum
ne yerim var
ne yurdum
parmaklarımla yangın çıkarırım
yüreğimle şarkı söylerim sana
kalbim küt küt atıyor
aşk için doğmuşum ben
ne yerim var
ne de yurdum
ne de evim var benim"

Not: Tony Gatlif'in muhteşem filminin, o güzel şarkısının sözleri. bu bir flamenko, karalarım nerde.

1 Ağustos 2013 Perşembe

bekliyorum

beklemek, "olacak olanın" olmasını istediğimiz o şeyin rüyasıdır. ve bu yüzden kanımca insan vazgeçemiyor bekliyor. gizli bir umut taşıyoruz, hatta onu gizliden büyütüyoruz da. Bir Rüyaya Ağıt, Rüya İçin Bir Ağıt .

kimseye söylenilmeyen, duvarlara çarparsa, boşlukta salınırsa, ortalık yere düşerse diyerekten söylenilmeyen cümleler, ezgiler vardır. bakıştan kaçırdığımız ses, söz. görüntüye dönüşmesine izin vermediğimiz ses. Sözlerin görüntüsü vardır elbet, insan önce görür, biçimi hafızaya alır.

hayalet gözler, nerde olduğunu, durduğunu gizleyen laf kalabalıklarına eşlik ediyor. bir fincanın içine düşüyorum, nerem üşürdü benim en çok.




                                         pere lachaise sakini

                                " beklemek sayrılığa dönüşmesin"

8 Temmuz 2013 Pazartesi

düdüklü

eve girdiğimde mutfaktan çın çın öten düdüklü tencere sesi ve hararet yükseliyordu.evde kimse yoktu. annemin terlikleri de kapının hemen yanındaydı. ocağın altını kapatır kapatmaz evden tüymüş olmalı annem. ortalık bu kadar hareketli olduğuna göre bu olaylar da yeni olmuş.tabi hiç düşünememiş işten hiç bir zaman vaktinde gelmeyen geçgince kızının bugün eve erken geleceğini. evde oturmayı sevmeyen ben, evde oturmaktan sıkılan bir anne. sıranın kendisinde olduğunu da iddia ediyor, bizi büyütürken hiç gezememiş.

bir süre bekledim belki annem gelir de ben de yemek yerim diye, baktım kimsenin geleceği yok çaresiz bir saat sonra mutfağa gittim. allah'tan artık düdüklü tencere ses çıkarmıyordu. düdüklü tencerenin kapağını açmazdan evvel imtina ederek düdüğünü açtım, dışarıya yine bir tıs sesi geldi. tamam artık dedim bu kapağı açabilirim, ama bu düdüklü tencerelerin kapakları da zaman içinde çok değişmiş alengirli bir yapı almıştı. biz çocukken böyle değildi bu tencere. güç bela tencerenin kapağını kah içine sokarak kah dışına kıvırarak açtım. en iyi yaptığım şey buzdolabı kapağı açmak sanırım. tencerenin içinde zeytin yağlı fasulye olduğunu görünce çok mutlu oldum. ama bu yemek de sıcak yenen bir şey değil bunu bir an evvel soğutmak lazım. annem genelde zeytin yağlı fasulyeye ve diğer zeytin yağlı yemeklere aynı muameleyi yapardı, büyükçe yayvan bir kaba boşaltmak, eskiden bu kap porselen filan olurdu şimdilerde bor cam kullanılıyor bunun için düşüncesiyle mutfak raflarını karıştırmaya başladım. elime gelen genişçe salata kabına sığar zannederek fasulyeyi tencereden boşaltmaya başladım, zira kaşık değmeden pişirilmiş zeytin yağlı yemekleri kaşığı çok değdirmeden, karıştırmadan tabağa almak da gerekiyordu. annem bu konuda çocukken eğitmişti bizi, bir de yemeğin suyuyla denesini eşit oranda koymak, bir kadının bilmesi gereken yegane mutfak kuralı. tencerede geriye  sadece yemeğin suyu kalmaması için yapılması gereken bir davranış.

şimdi desem ki fasulye kaba sığmadı, annemin özenle tencerenin dibine doğradığı uzun uzun soğanlar, domates ve biber tam olarak üstte kalmadı. yemekten beklenen servis görüntüsünü elde edemedim, kimse şaşırmayacak. haliyle tabağıma koyacağım fasulyeleri tencereden özenle çıkararak fazladan kurtulmaya çalıştım, en dibi de servis tabağının üzerine yaydım elbet. zeytinyağlı fasulyenin yanında en güzel yenecek şey bol soğanlı, minik minik doğranmış salatadır diyerek fasulye soğuyana kadar kendime salata yapmaya başladım. bu da mutfakta yapabildiğim yeganelerden. tabi yavaş da yaptığım için yeterli zamanı da kazanmış oluyorum fasulyeyi soğutmak için.

tam yemeğe başladım annem geldi. boşalttın mı fasulyeyi aferin iyi yapmışsın nasıl olmuş tadı diyene kadar kendine de bir tabak koydu. oturduk yedik. anlayacağınız bu satırları tok karna yazıyorum ama çayın suyun da koydum. bu da mutfağa dair yeganelerden biri, gün boyu bir kaç demlik çay içmeyince kendimde ayrıca bir eksiklik hissediyorum.

5 Temmuz 2013 Cuma

semender

"her şey boş" dedi. ah be amcacığım dedim günlerdir aradığım cümle buydu. her şey boş, her şey naylondandı ya da. naylon olunca olmuyor ama, düşününce yalnızca bir şeylerin sahte olduğu yönününde bir bilgi sadece. cümle bugün beni otobüs durağında buldu. üstü başı dağılmış, fermuarı açık, pantolonun beli kıvrılıp göbeğinin altında kalmış bir  amca sarfetti cümleyi. aynı cümleleri tekrarlayarak geliyordu kanımca yol boyu. geldi, oturdu yanıma. ve her şey boş dedi giriş cümlesi olarak. aldım kabul ettim sessizce cümleyi. başladı uzun uzun anlatmaya. sözleri işitemeyen meraklı gözler geldiler yanıma, bana da bir acayip baktılar , niye hala burda oturmaya devam ediyorsun dercesine.

ben de diyemedim onlara, biz bir gizi çözmeye çalışıyoruz. çabalarken varlığımızı hiçe sayıyoruz, bazan deli bazan divane, başka bir yol bilmiyoruz. içimizde bir kor dışımızda bir har. hep mi ateş saçıyoruz.


semenderin yüreği ne yapsın. gaudi'nin.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

patti/.çocuk

patti. patti smith. bugün Hamlet gömleğimi giyip senin Hayalperestler kitabını  aldım. beyaz gömlek ikimize de çok yakışıyor, hep dağılmış saçlarla birleştiriyoruz onları. saçlar, hiç bir zaman düzgün olmamalı. ve tekrar başladım okumaya. şimdi de şarkılarını dinliyorum. aramızdaki benzerliklere devam mı etmeli ben hala aynı olan ilk iş deneyimimizi sürdürüyorum.

basit sorular soruyoruz cevabını alamadığımız. çocukken de böyleydi bu, renkli misketler dünyası, çayırlar, çalılardan  ağaçlardan oluşmuş sınırlar. gece göğü daha bir aydınlatırdı içimizi sanki, ya da yukardaki ile konuşmanın en müsait olduğu an. ay'a yıldızlara bağlanmak. ama yine de beyaz bulutlarla kaplı gökyüzü bizi sokağa, dışarıya bağlardı çocukken.

bir hayalin bir tutkunun peşinde yıllarımı harcayabiliyorum. bir kaç hafta sonra ben de Rimbaud'nun mezarını ziyaret edeceğim. Cehennemde Bir Mevsimde'den bir parça "Yakacak ciğerlerimi deniz havası; yağızlayacak derimi yitik mevsimler. Yüzmek, avlanmak, ot dövmek, özellikle tütün tüttürmek; kaynar madenler gibi sert içkiler içmek ateşlerin çevresinde yaptıkları gibi atalarımın. Geri döneceğim, demirden kollar ve bacaklarla, kararmış derimle, öfkeli gözle: Güçlü soydan olduğumu düşünecekler , yüzüme bakarak. Altınım olacak: Aylak ve kaba olacağım. "

biriktiriyoruz, bağımlılık derecesinde olmasa da bir takım objelerin tutkunuyuz. özellikle eskinin vazgeçilemeyen hatıralar. bir kutuyu açarsın ve dönmek zor olur tekrar şimdiye. geçmiş takipte.




çünkü hep geceydi.






27 Haziran 2013 Perşembe

vazgeç

bugün bir şeyler oldu, yeni vazgeçişlerin önünde durdum, uzun uzun baktım onlara, renklerine, biçimlerine. yakınımdalar mıydı hep. bunca zaman fark edememişim. vazgeçmek, azade olmak, tercih etmemek. katip bartleby. bir çığlık.

nereye gitmiştim ben, nerde kalmıştı, hangi kaldırımlara dökülmüştü düşüncelerim. ben susarken kaldırımlara bir şeyler dökülüyormuş, böyle demişti biri hatta yazıp bana vermişti yazdığı kağıdı.

ben susarken dökülenler, kaldırımlara.

kaldırımlar hareketlidir ve konuşkan, üzerine şiir de yazılmıştır.her düşeni de kabul etmezler kanımca. kaldırım hayat kaldırıma yat da yazmıştı başka bir kağıda. ama ben susmaktan hiç vazgeçmedim. geceleri eşkıyalar basar halbuki köyleri konuşmak lazım, konuşmak. ses sese
karışsın. kendime yazdığım monologlarım kadar, içimde biriktirdiklerime yazdığım diyaloglarım da var.

"yüzlerimizdeki kırışıklıklar, biz evde yokken kapımızı çalmış olan büyük tutkuların, günahların ve sezişlerin kayıtlarıdır." w. benjamin








22 Haziran 2013 Cumartesi

tante rosa

ben niçin hep kendimi Tante Rosa gibi hissediyorum. hayatta hiç bir şeyden ders almasını beceremeyen biriyim. ama hep mi mağlup, yenik. bir şeyin kazananı olmak da değil isteğim ama niye elimizde patlayan bir dünya.

tante rosa, bir oluştur aslında bir kadının içinde kimileyin çok kimileyin az olan. düşler kurdukça çoğalan, kurallara uydukça da azalan bir oluş. insanın en saf ve trajik hali, trajedinin içinde yer alan komedi hatta. çok güldürür çok düşündürür aslında olmayacak olan da değildir hikayesi. saflıktan gelen bir iyi niyet, yaşama arzusuyla beraber baş edemediği düşler. döndürülemeyen dünyanın köşelerinde içbükey serzeniş.

" Ama yaşamak zorunda olmak, sürdürmek, ısrar etmek. Sevebileceğim tek aşağılık, tek salak kendimim-kendimim-kendimim."

"Herkesin sadece bir kez boğulma hakkı vardır. Ya ben; boğul babam boğul, sonra yine de yaşamakta devam eder bul kendini."

"Tante Rosa, bir hayat boyu, acılardan, sevinçlerden, buruk ve bayıltıcı tatlardan, çok yorularak ve yaşlanarak, çirkinleşerek edinebildiği bu son toprak örtüsünün çıplak bir betona dönüştüğünü gördü. Haykırdı, haykırdı, elbet..."

"Tante Rosa bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır." "Tante Rosa yanlışa verilen addır."

" Önemli olan istektir, hiçbir istek diğerinden soylu değildir, değildir,"

Tante Rosa, hayatının hiç bir aşamasında öğrenememiştir, başaramamıştır ne anlaşılmıştır ne de ödeşmiştir. kendi kendini sevmiş, kendi kendine sevilebilmiştir.


ansızın beliren mutlu sonlar yok hayatta. tante rosa yaşamakta ısrar ediyor.

ısrar hayatla inatlaşmaktan, ondan bir şey koparmaktan gelmiyor ama, ısrar etmekten başka şans yok gibi yaşayacaksın, yaşayacaksın. yaşam bize bahşedilmiş bir şeymiş gibi sunulurken, idare dünyasının ötesine geçemiyoruz. romantik bir hayalperest, yıkılan dünyanın yerine yenisini dermeye çalışır, gözyaşı ile.

Sevgi Soysal her zaman aşık olunacak kadın.


20 Haziran 2013 Perşembe

manolya

gözümü açtım. hafızam yoktu. nerde olduğuma dair herhangi bir fikrim de elbette. hafif bir alacalık vardı odada, güneş daha kendini göstermemişti anlaşılan. duvarlara baktım , yatağa, yattığım yere hayır tanıdık değildi hiç bir şey. yataktan çıktım. başkasının sabahına mı uyanmıştım. üzerimdeki pijamalara baktım oldukça kalınlardı. mevsim, soğuk bir kış günündeydik anlaşılan. duvar boyunca ilerleyip koridoru geçtim. önümdeki kapıyı açınca aydınlık bir odaya girdim. bu odaya daha evvel gelmiştim. ama şimdi buraya neden ve nasıl gelmiştim.

hafızam arada beni terk ediyor ama bunu bilinçli bir şekilde mi yapıyor onu bilmiyorum. ben durumu manolyaya bağlıyorum. taç yapraklar açıldıkça zihinde bütünlük kalmıyor. ve kurbağa yağmıştı çocukluğuma.





manolya. güzel  filmdi. kesişen yazgılar şatosu, hepimizin öyküsü birbirine bağlı, ne kadar farklı hayatlar yaşıyor olsak da, hayatlarımız birbirinin içinden geçiyor. z'ler çizerek.

benim hali hazırda bir  z'm var, dizimde, çocukluk hatırası. hafıza en dipte dolaşıyor her zaman ki gibi.














16 Mayıs 2013 Perşembe

hasret

binbir yeşil rahiyası çekiyorum, oksijen dolaşsın diye damarlarımda.
bir hasret çöktü içime. birilerini yolcu etmiş  gibiyim uzaklara. yağmura hasret topraklar olduğu gibi toprağa hasret yağmur da vardır en nihayetinde. neden kendimi sürekli olarak çölünü özleyen bedevi gibi hissediyorum. hep olmamışlık hali, eksik bir parça.

yıllarla beraber yıllarca beklenen şey. uzağında olduğumuz şeyin kıyısına varamamak, vuramamak. denizler kentinde çöl hasreti.

yıllarca denizden bir adam çıkmasını bekledim, geldiği kıyıyı özlemiş bir adam. karşımda bir ada var, baktığım açıklıktan gördüğüm ada mahpusluğuyla ünlü.ya da bir zamanların İstanbul'unda köpeklerin sürgün edildiği ada da diyebiliriz. istenmeyenin gönderildiği yer. ada.

sağ salim kavuşsak da bitse bu hasretlik.



9 Mayıs 2013 Perşembe

acı

başkasına anlattığımız kendimiz ya da başkasına anlatırken öğrendiğimiz kendimiz. türlü türlü hallerimiz var, herkese anlattığımız başka bir yanımız başka bir halimiz.unuttuklarımız unutmak istediklerimiz, hafızamızdan sildiklerimiz. insanlarla paylaştıkça varoluyoruz sanki bir de. yaşadıkça değil de anlattıkça varız. bizi dinlemeyen birine söyleyecek sözümüz de yok anlatacak meramımız da.

dinlediklerimizle büyüyoruz da elbet, anlat ki bileyim anlat ki duyayım, yeryüzündeki acının derinliliğinin farkına varayım bir kez daha. anlatmaktan söz etmiştim deme ama asıl olay dinlemek, usturupluca...

bazan kimsenin duygusu bana geçmesin istiyorum, başkasının, ötekinin, duygusunun ağırlığı, gelmesin yapışmasın kalmasın üzerimde. üzerimde, etimde çentikler var çarpı çarpı desenler oluşmuş, sızlar da kimileyin.

bugüne bir acı doğurdum adeta, her şeyin yolunda gittiği ama tek bir beklenenin olmadığı bir gün. kalbin krizi.






































                 "Ben herkese varım, Başka türlü olmuyor inanmayın" T.Uyar


1 Mayıs 2013 Çarşamba

sanılarak yaşanmıyor

kendimi bir kurt sanırdım eskiden, aysız gecelerde mağrur durur, bir hasret gökyüzünü seyrederdim. mehtaplı gecelerde hep seni andım hesabı ben de beklerdim ay şöyle tabak olsun gökyüzünde ışısın, ısıtsın içimi diye. dolunay günlerinde huzursuz olan insanlar var bilemiyorum tabi tam olarak insan yavrusunun psikolojisini, neyden nerden ne kadar nem kapar, huzursuz ruhuna kılıf mı arar.

ama ben kendimi kurt sanmadan önce köpek de sanmıştım, fakat bu kurt hadisesi geçince ben bir dönem kendimi kızılderili de sandım.

sanal dünyalar yaratmıyorum kendime yalnızca sanıyorum, varsayalım ismail misali. bir yanılgı değil mi bizi bu kadar yaşatan.

sanılarak yaşanmıyor da demiştim yıllar önce, ama bu neyi ne sandığınla da ilgili olabilir. kendi içinde kişinin kendini bir şey sanmasının kimseye bir faydası yok tabi.

güzel sesli bir kadından kurtlu bir şarkı.


http://www.youtube.com/watch?v=V4wHMORwlHY


19 Nisan 2013 Cuma

m harfi

m harfini ya da m sesini çok seviyorum. m harfiyle başlayan kelimeler kanımca dünyanın en güzel en manidar kelimeleri. manidar kelimesi gibi mesela.

m harfi bütün dillerde kadını imleyen bir harfmiş aslında. bu bilgiyi m harfini sevdikten sonra öğrendim Yıldız Cıbıroğlu'ndan. dedim bu bendeki şey kadınlık haliyle ilgili bir durum muymuş, ama  ardından hemen yok canım dedim ben mülhem kelimesini seviyorum, müntehir kelimesini seviyorum dedim. mülayim de olur, ve bunların kadınla yahut doğurganlıkla bir ilgisi olamaz diye geçirdim içimden.


meczup
magma
muamma
metruk
meskun
mecra


bu kelimeleri alt alta dizdikçe ortaya çıkan şey m harfiyle başlayan türkçe bir kelimeye rastlamamak oluyor.ben bu harfi ahengi için seviyorum ve bu ahenk arapça kelimelerden gelen bir durum.

geçen gün izlediğim bir televizyon programında mançurya'nın bahsi geçti. dedim evet ya mançurya sen de kulağa hoş geliyorsun. acaba moğalistan'a gitmek istememdeki neden de içten içe bu mudur    diye düşünmeye başladım.

bir m sesi için dağlar aşmaya hazırım, zaten çocukken çizdiğimiz dağ resimleri de m harfinin biraz genişi değil miydi.





11 Nisan 2013 Perşembe

satıyorum

satıyorum. sahibinden satılık dünya. az kullanılmış değil bilakis hor kullanılmış. yamalanmaktan artık dikiş tutmayan, sökükleri patlayan, açılan, dumanlar çıkaran bu dünyayı satıyorum. her şeyi ile beraber.

petrol yatağına dönen okyanusları, kirlenen denizleri, bataklığa dönüşen gölleri, imara açılan ormanları, eriyen buzulları ile birlikte.

ÇÖL.

üzerinde yaşayan polyannası, rapunzeli, heidisi, deniz kızı ile birlikte. el yordamıyla yahut kuyruk sallayarak varolmaya çalışanlarıyla.


uzakta olanın mutluluğu eğlencesi. duruşun dönüşün hepimizi bahtiyar etmese de üzerinde olmak ne gam ne kasavet, serzeniş bu.

 uyku öncesi sayıklamaları bunlar, uykunun olmadığı yerde her şey olur. her düşünce kendine bir patika açar.

ama dünyayı satan adamın hatta dünyaya düşen adamın sesinden bir şarkı dinleyebiliriz.

http://fizy.com/#s/1jv6ic

8 Nisan 2013 Pazartesi

uyku

günlerdir uykuya hasret kaldım diyebilirim. beni uyutmayanın ya da uykumu bölenin ne sebeple bu işi yaptığını da bilmiyorum. tatlı rüyalar bir süreliğine benden uzaklaştı sanırım, zaten olacak olanın rüyama yanaşarak bana ulaştığı görülmemiştir fakat kabus görmek nedir, nerden beslenir. ama böylesi, uykusu olmayanın tatlı rüyası da olmaz dedirten cinsten.

uyku ölümün kız kardeşi, geleceksen yalnız gel.

bu akşam Fikret Kızılok'tan Uyku Kardeşim adlı şarkıyı dinleyerek sakin sakin uykunun kollarına gitmek istiyorum. dinlemek isteyen de buradan ulaşabilir. yapabileceklerim kısıtlı tabi kimsenin yanına uyuyacak bir kardeş  gönderemem.

http://fizy.com/#s/1ajdpq

sandmansiz olmaz tabi. gözümüzdeki çapakların koruyucusu, kardeşi uyku ile.

25 Mart 2013 Pazartesi

yanlış hayat


                               fotograf Fouad El Khoury

bu fotoğrafın üstüne Adorno'nun yanlış hayat ile ilgili cümlelerin yer aldığı metni basmışlar. beni can evimden vurdular.fotoğrafı da teklifsiz ve telifsiz bir şekilde yayımlıyorum.

"doğru hayat gerçekten mümkün mü, yoksa 'yanlış hayat, doğru yaşanamaz' cümlesiyle mi yetineceğiz? hayatın kendisinin bu kadar şekilsizleşmiş, bu kadar çarpıtılmış olduğu bir dünyada kimse doğru hayatı yaşayabilecek durumda değil". theodor adorno

yıllar yılı yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağına inandım, kendimi yanlış bilip hayatı doğru sandım, oysa her şey başkaymış.

bu fotoğrafa bakıp da bir rüyaya kapılmamak mümkün değil. hayatı hüzünlü melodiler'in es'lerinde yaşıyorum.


23 Mart 2013 Cumartesi

mavi'yi seçtim

mavi'yi seçtim. bu seçimi  bilinçli bir şekilde yaptığımı sanmıyorum. hayat mı beni buna itti, yaşanmışlıklar yahut yaşanılacak olan hayaller mi bana bunu yaptırdı onu da bilmiyorum. ama oldum ben böyle bir insan oldum, öyle tercihler yaptım, ve yapıyorum hala bir takım tercihler.

ben mavi'yi seçtim, aynı zamanda mavi sakalı seçmiş gibiyim bu hayatta. alice'in tercihi gibi bir şey mi acaba hayat.sihir mi bekliyorum bir yerden. ikincinin imkansız oluşu, yaşanılanın beklentiyi karşılamaması, ve her şeyin bir gün hatırlanmayacak olması. var olmanın dayanılmaz hafifliği, yine sana inanıyoruz.


picasso'nun mavi dönemi de feci bedbindir. mavi insanı yutuyor herhalde, soluğunu kesiyor adeta. mavi eğlence vadedip, insanı derde salan bir şey galiba.

14 Mart 2013 Perşembe

ve yüzlerimiz...

kendimi ele vermemem gerekiyor ama benim ikinci en sevdiğim yazar John Berger'dır. bir kitabını okuyup etkisinde kalmamak mümkün olmamakla beraber, bir kitabını yalnızca bir kere okumuş olmak da mümkün değildir. gün gelir tekrar okumak isterseniz evinizde, kitaplığınızda ne kadar okunmayı bekleyen bir heyecanla almış olduğunuz kitaplar kapaklarının açılmasını sayfalarını bir zihnin içine zuhur ettirmesini beklese de bazan işler böyle yürümez. bir göz atayım dersiniz kitabı baştan okumaya başlamış bulursunuz kendinizi. kitabı diyorum çünkü aslında amaç John Beger'ın zihninde dolaşmak çünkü, onun hissiyatında, yol göstericiliğinde bir şeylere anlam vermeye çabalamak.

kimsenin gözünden dünyayı göremeyiz elbet, ama bizim bir anlatıcıya ihtiyacımız var. gerçeklikten kaçmak için değil, gerçekliği daha iyi anlamak için çoğu kere.

kucağımda dilimize çevrilen son kitabı Bento'nun Eskiz Defteri, öylece yazıyorum hızlıca. fransa'nın bir köyünde tarlasını ekip, ağaçlarını budayan büyük bir adamın yüzüne bakarak.

ben bir demiryol işçisinin motorunda kilometreler katettim, hapishanedeki sevgilisine mektup yazan bir kadınla akşamları pencerenin önünde oturdum, ne zaman bir postanenin önünden geçsem bir zarfa adres yazmaya çalışırken görürüm kendimi, elimde tuttuğum zarf birinin eline ne zaman ulaşır düşüncesiyle.caravaggio benim de sevdiğim ressamlardan biridir.

6 Mart 2013 Çarşamba

eve gitmenin en hızlı yolu

eve gitmenin en kestirme, en hızlı yolunu düşündüm bugün, tüm gün. dünden devir bir sırt ağrısıyla, fazlaca işten ve dertten arta kalan zamanlarda. yani aslında son beş dakikada yaptım tüm planı.

eve hızlıca gidebilmek için yürüme mesafesini azaltmam gerektiğine karar verdim. madem yürüme mesafesi azalabiliyor niye her gün azalmaz bu yol diye düşünmüyoruz tabi bu arada.

öncelikli olarak on dakikalık yürüme mesafesinde olan otobüs durağını değil beş dakikalık yürüme mesafesinde olan tren istasyonunu tercih ettim. kafadan kardayız (karlar içinde de olabiliriz tabi şapkaya dikkat), nasıl olsa ikisinin de bekletme süresi aynı. ya gelecektir, ya da geliyoooor koş koş koooş'tur.

efenim ben hafif deparla trene bindim, rahatça  gördüğüm ilk boş koltuğa kendimi bıraktım. on dakikalık tren yolculuğunu sonlandırıp metrobüs macerası için durağa doğru hareketlendim, metrobüsde boş koltuk yoktu lakin bu benim için sorun değil yolculuk yalnızca beş dakika sürecek çünkü, mühim olan üçüncü araç. bizim mini otobüsümüz. metrobüsten iner inmez de koşar adım durağa çıktım. durak da gördüğüm ilk şahsa yakın bir zamanda otobüsün geçip geçmediğini sordum bana acılı haberi verdi, mini otobüsün az evvel geçtiğini söyledi. neyse ki iki dakika sonra aynı hattın bir başka otobüsü geldi.  ve ben beş dakikalık bu yolculuğun ardından evimin bulunduğu sokağın başında otobüsten inme ve bir dakikalık yürüme mesafesi ile evime gelme huzuruna kavuştum.

bu araçsal değişimle her gün hemhal olacağıma on dakika yürür bir otobüsle yirmi beş yahut otuz dakika yolculuk yapar ardından bir on dakika daha tekrar yürürüm demiyorum tabi , arada metro filan da kullanıyorum. yol biraz eğlenceli olsun diyerekten çok araçlı götür geçim var benim (bu yeni türettiğim kelimeyi de tdk'ya verebilirim). aylık akbil, bas geç.

28 Şubat 2013 Perşembe

hırka

pencereden dışarı şöyle bakınca insanın dışarı çıkma istediği ve dünden hatta daha öncesinden yapılan planları bir kenara bırakıp, göz kırpan yapılmamış yatağa doğru gidesi geliyor. hem hırkam da kahve lekesi var, çıkarmak için kurumasını bekliyordum, sanırım iki gün oldu. baktım da şimdi yok yok pek bir şey kalmamış, belli bile olmuyor zaten biraz koyu o kadar.

ama birazdan o vakit gelmiş olacak ve ben palas pandıras hazırlanıp çıkacağım yine. müthiş planlarımı gerçekleştirmek için değil tabi. bugün benim ingilizce dersim var. bir arpa boy yol aldık mı almadık mı bilemiyorum şu an, alttan alta beynime yerleştiriyorum herhalde sonradan çıkacak hepsi ortaya. ya umut, yine bağlıyız sana.

az biraz sonra hırkamı çıkarmam lazım, Oblomov'un röpteşambırına benzeyen o şeyi. oksijen iyi gelir, yüzümüze çarpacak o serin hava, güne başlangıç.







26 Şubat 2013 Salı

ay ak (öyle olmasa da )

ayaklarımı pek bir severim. bu sevmenin neticesi her sevilen şeyin neticesine benziyor zamanla. ayaklarımda bozulmalar, türlü çeşitli yara izleri yani sevilen her şeyin başına sakındıkça gelen musibetler geldi, malum yolculuk devam ettikçe bu hayatta  yeni eklemelerle bozulmalar devam ediyor.

ayak bu boşlukta sallayamıyorsun ki. hayır yani ben şahsen öyle boşlukta ayaklarımı sallamak da isterim lakin bunun için zamanım yok. hayat bana hayhuy verdi, bolca didiniyorum.

yaz kış demeden ayakları habire terlikten papuca papuçtan terliğe sokup çıkarıyorum, buna ayak nasıl dayansın. otobüse binersin yahut bir sırada beklersin gelir biri ayağına basar, yolda dikkat etmezsin taşa, en olmayacak kayaya çarparsın canım ayağı ayak solar gider. ayakkabının şekline hayran kalıp en olmayacak yerden ayakkabı alır ayağı yine mahvedersin.

ama bu işin böyle olacağı belliydi zaten. ben ki( her çocuk gibi) uğur böceğine annesi terlik papuç alsın diye şarkı söyleyen insanım. uğur böceğinin buna kandığı kendini kanatlarını açarak havaya doğru bıraktığı görülmüştür.

ve akılsız başın cezasını hep ama hep ayaklar çeker. her işe de koşulmaz ya bu ayaklar diycem ama sen nereye ayak oraya çaresi yok. istirahat de yok.



20 Şubat 2013 Çarşamba

kaş

insan kaşına küser mi demeyin. kaşları küserse kişiye, kişi de pek ala küsebilir kaşlarına.dom dom kurşunu olmadan da halledilebilir sanmıştım bu durumu ama yıllar geçti bir ilerleme yok., ve dahi belirtisi de yok. kaşlarımı tehdide başlayacağım artık.

amacım divan edebiyatı yapmak değil zaten yarin kaşını, kirpiğini yani kaşımı kirpiğimi daha evvel de bir teşbih-i beliğ yapıp bir şeye benzeten olmamıştı. ben de benzetecek değilim.

onlar beni cezalandırdıkca ben de onları cezalandırıyorum, göstermiyorum birbirlerine kendilerini yan yana ama bir o kadar uzakta birbirlerini görmeden yaşıyorlar.


nereden mi çıktı bu durum vallahi onlar başlattı. bir gün bir baktım yoklar, sonra da bir daha uğramadılar. vladamir ve estragon gibi bekle bekle, nereye kadar dedim. tıp bu duruma çözümsüz değil lakin ben de o çözümü istemiyorum.


neden mi bir bıyık fotoğrafı, ee ben de kaşlarımı sevindirecek değilim ya.

16 Şubat 2013 Cumartesi

dirim

cebimden ölülerimi çıkardım. benim ölülerim, varlar mı acaba gerçekten. kimseyi öldüremem aslında, şapkadan tavşan  çıkarıyorum sanki, hoş bunu da yapamam.

en fazla kestiğim  parmaklarımı çıkarabilirim cebimden Hamza gibi, dirisi de ölüsü de benimdir.

                 hafızamın tozlu rafları için bir gündelikçi tutmaya gerek yok.

Hamiş: Cemal Süreya'nın Hamza adlı şiiri .

Hamza

Büyük bir ihtimalle ölmüştük
Şehir kan kıyametti ayaklarımızda
Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk
Yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü bütün 
Hamza bütün parmaklarını ortaya dökmüştü
Yirmi yıldır cebinde biriktirdiği parmaklarını
Hamza son şarkıyı kırka bölmüştü
Doğrusu iyi idare etmiştik 
Dogrusu iyi haltetmiştik
Yaşayanlar unutmuştu bizi
Biz öldüğümüzle kalmıştık

9 Şubat 2013 Cumartesi

çönkü

ben anasına babasına hatta kardeşlerine benzemeyip de Adıyamanlı komşu teyzeye benzeyen biriyim.ya da bilemiyorum birileri beni yıllardır kandırıyor da olabilir. ailenin tek çilli ve de kara olan çocuğuyum. yıllar yılı bana kara kız diye seslenildi, yaşın kemale yaklaşması ile şimdililerde yalnızca çocukluğumun amcaları teyzeleri diyor bana kara kız.

her şeyden sıkıldığımda bana hep anlatılan ve doğumumdan başlayan klasik hikayelere gider aklım. nerede bir kıssa var bilmiyorum ama çocukluk feci bir şey.  bebeklik çocukluk yine bir eşme ve eşelenme davranışı. ne  vardır bu içte ki hiç bitmez durmadan kurcalatmak ister kendini. derdimiz de bir tane değil ama sorun hep aynı yerde anlaşılan. çocukluğumuza geri dönüyoruz kontrollü ya da kontrolsüz bu işler buralarda çözülüyor.

"çocukluğun soğuk geceleri" , isli paslı yıllar, bu sırf bizim için böyle değildi herhalde seksenlerde çocuk olmanın bir getirisi olamaz yani. çocuk, bacak kadar olmanın sızısına, hiç bir yerde hiç bir zaman tam olamamanın olamayacak olmanın da bilgisine  sahipti bence.


                                                         yıldız kovalayan köpek


hayaller büyük fakat adımlar küçük. az bir durayım ağzım yanıyor. tuttuğum nefesimi de uygun bir yere bırakayım başka türlü olmayacak. çorap da giymeliyim ayaklarım üşüyor.

7 Şubat 2013 Perşembe

beyaz diyar

içimdeki tren coşkusunu yirmi dört saatlik Doğu Ekspresi Treni ile Kars'a giderek ve dönerek sanırım taçlandırdım. bize sunduğu görsel şölen de cabası oldu. trendeki herkes elinde fotoğraf makinesi ya da kamera trenin içinde kendine görüntü arayışındaydı.




bütün eşyamızı kompartımanımıza attıktan sonra çocuklar gibi sevinip dans ettik. o da var, bu da var odamızda dedikçe epey coştuk, eşi dostu arayıp makinistin selamını bildirdik. TCDD bize çok güzel bir oda hazırlamıştı, bunun keyfini sonuna kadar sürdük.  





Kars'a varışımızla beraber karlara bata çıka yürümeye başlamamız da aynı ana denk geldi. Vagonların sonuncusunda yer almak bizim garın karlarla kaplı çeperinden inmemize sebep oldu. ve benim biricik sırt üstü boydan boya yere uzanışım o da yine garda gerçekleşti. İnsanların tarihi bir garı bırakıp yerine saçma sapan bir bina yaparak orayı gar addetmesinin neticesi idi bu düşüş. 

Kars'ta gördüğümüz tarih insanların nasıl da hınçla kendinden önce gelenin kültürünü yıkmanın mübah sayıldığını ve bu yıkımın bir unutma ve unutturma çabasının zayi bir tekrarından başkaca bir şey olmadığını bir kez daha bize hatırlattı. Camiye dönen kiliseler ya da kiliseye dönen camiler, yıkılan kaleler, dağılan evler biten ve yeniden yapılmak, yeniden yazılmak istenen tarih.





 insanların işsiz güçsüz kahvelerde oturup soğuktan ve hiç bir şey yapamamaktan yakınması. tarihin bu yakınmada payı var mıdır bilemiyorum ama Kars'ı görmek istememizin sebebi medeniyet çeşitliliği ve tarihi 
dokusu idi. Gezerken nerede  bir soba görsek başına üşüştük ısısından yararlanıp sobalı anılarımızı yadettik.






Ani uygarlığını, donmuş Çıldır gölünü , kara taşlı kars kalesini ve de bolca tilkiyi arkamızda bırakıp döndük. Biz Kars'a gittik, içinden tren geçen upuzun bir yolculuk yaptık dostlarla. 

hamiş: kars için söylenen bir de cümle öğrendik. sekiz ay beyaz iki ay ayaz, geri kalanı da yaz.




























24 Ocak 2013 Perşembe

yolculuk

bir yolculuk ne zaman başlar?

varılacak yer akla düştüğünde artık tüm yollar oraya mıdır. yollar nereye ulaşır kimi zaman bilinemez ama bir yolculuk insanı hayata bağlar kanımca, her nereye yapılıyor olursa olsun.

"tekerlerin tekdüze tıkırtısı bizi hayatımızın , ne kadar kısa olursa olsun, bir dilimini geride bırakmış olduğumuz bir yere doğru götürürken, kendimize doğru ilerleriz, kendimize doğru yolculuk ederiz."  der Pascal Mercier Lizbon'a Gece Treni adlı muhteşem kitabında, uzun zamandır böylesine güzel bir kitap okumamıştım. Hem adında Tren var hem de Lizbon kitabın içinde kelimeler olmasa da olurdu benim için. ama bu kadar fazlasını beklemiyordum.

iki aydır bir yolculuk planlıyoruz Nurselle. sanırız gerçekleşmesine çok az kaldı. ama biz bu sürede hayatın sırrına ermiş gibi bahtiyar ortalıkta dolaşıyoruz. kendimizi sıradanın ötesine, gündemin uzağına bir yolculuğun hayalini kurarak atabiliyoruz.


tren biletlerimiz nihayet satışa çıkmış. istanbul'dan kaç kilometredir bilmiyorum ama yol Ankara'dan bin küsür kilometre uzaklıkta. Kars, kış şehri bizi bekliyordur umarım. karlı yolculuğumuz için artık gün sayımızı  tek haneli rakamlara indirdik sayılır. buz tutmuş çıldır gölünün üzerinde çıldır çıldır bağırmak için de aynı zamanda yaklaşıyor anlar.

yolculukla ilgili herkesin edecek bir kelamı vardır, benim olduğu gibi. benim kelimelerim yan yana gelince tabi ortaya çıkan çok birşey değiştirmese de hayatta. kelimeler kelimeler kelimeler diyebiliriz yine de
Hamlet gibi.
"yolculuk edemeyen insanlara neden acırız? Dıştan genişleyemecekleri için içlerinde de yayılıp genişleyemezler de ondan; kendilerini çoğaltamazlar, böylece kendi içlerinde kapsamlı gezilere çıkamazlar, başka kim ve ne olabileceklerini keşfetme fırsatından yoksun kalırlar" a.g.e

biletlerimizi aldığını Nursel bu sabah telefonla söyledi. onun da içi içine sığmıyordu, sanırım tren hareket edene kadar devam edecek bu hal.

tabi bir de peşimiz sıra bizimle gelecek olan dizeler var.



Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
Gece trenlerine binme, kaybolursun
Sokaklarda mızıka çalma çocuk
Vurulursun




Attila İlhan


12 Ocak 2013 Cumartesi

hovarda

bugün, aslında bu satırları aklımdan geçirdiğim gün olan perşembe gününden söz ediyorum bugün diyerek. geçmişi soluksuzca yaşayan bir insan, geçmiş saplantısı olan bir insan olarak hiç de yadırgatıcı bir durum değil aslında bugün'ün hala üçgün öncesini imliyor olması.

"dünden sonra yarından önce" 'ye ilişkin nasıl yoğun bir umudumuz ve de arzumuz varsa da biçare olarak bu bugünü yaşayamıyoruz. dün ile olan meselemiz bitmeden de yeni bir güne başlayamıyoruz. birincil tekil şahsımı nasıl çoğullaştırıyorum bilmiyorum ama yalnız olmadığım da aşikar herhalde.

dün'leri bugün'leri bir yana bırakırsam aslında bugün uzun zamandır yapmadığım şeyden söz edecektim. sokaklarda amaçsızca yürümek, hem de bu soğukta. avarelik yapmak durumu hovardalıkla eşdeğer kılmak hatta. aylaklığa övgüler de denebilirdi ama aylak değilim malesef. bazen kendimi  çok rahat "c" olarak tanımlayıp hayaller kurarken yakalıyorum.

 hayalde flanör gerçekte ne olduğu belirsiz bir kimse. hayatın koşuşturmacasına dur demek biraz yavaşla diyebilmek her zaman mümkün olmuyor. yağmuru soğuk havayı fırsat bilip iptal olan ders zamanını en iyi şekilde kullanmak için kadıköy sokaklarını mesken tuttum, benim de yapabildiğim hovardalık bu.

hayatın akışından biraz uzaklaşabilmek için bir de kitap önerisinde bulunayım naçizane, bu konuda her gün talim yaptığım için, bugünkü en azından gerçek bir tavsiye olsun.  Agota Kristof'tan Dün adlı kitap. elbette Dün'lerimiz, bugünümüze kapımız, çoğu zaman kapalı bir kapı ama.




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...