25 Eylül 2013 Çarşamba

benim amsterdamım

kanallar boyu köprüler gördüm. insanları ve bisikletleriyle beraber. hatta bisiklet insanlar da diyebiliriz herhalde onlar için. bu satırları bisiklet desenli pijamam üzerimde yazıyorum, yıllardır  bisiklet alamayışımı bir pijamayla taçlandırdım da diyebiliriz.








amsterdam. beni benden alan bir şehir oldu. bütün sokaklar sanki güzelim Rembrandt meydanına çıkıyordu. sabahın erken erken bir saatinde kalkıp trenle kendimizi şehir merkezine attık, ordan otobüsle  Van Gogh müzesine doğru yol aldık, otobüse orta kapıdan binip,bir de üstüne üstlük hiç bilet almadan yolculuk yaptık, hoş orta kapıda da bilet okutma cihazından vardı fakat bizim biletimiz yahut kartımız yoktu, bant kaydı sürekli olarak biletimizi sordu durdu ama biz pek oralı olamadık, misafirdik bu şehirde, ayrıca biletimiz de yoktu, tren için  yüklü bir ödeme yapmıştık zaten amsterdam belediyesi ona saysındı. amacımız bir an evvel Van Gogh müzesine gitmekti, kimseler uyanmadan biletlerimizi alıp günü olabildiğince uzun yaşamak istiyorduk. neyseki müzenin önüne geldiğimizde korkunç tabloyla karşılaşmadık, önümüzde yalnızca iki çekik gözlü turist vardı, kocaman gezen bir nüfusu düşününce iki oldukça ve de oldukça az göründü bize. neyseki deyip rahat bir nefes aldık, ama heyecanım birden artmaya başladı, sanki Van Gogh'un kendisini görüp ona dokunabilecektim, öyle heyecanlandım.


başlarda kimsecikler yoktu resimlerin önünde istediğimiz kadar eğleşebiliyorduk, vakit ilerledikçe kalabalıklaşmaya başladı müze. Van Gogh'un ve yalnızlığımızın müthiş tablosu Arles'deki Oda , Sarı Ev, Çiçekli Badem Dalları ,ki kendisinin bir kopyasını aldım müzenin dükkanından, Patates Yiyenler tablosuna Nadide için de baktım, Vazoda Ayçiçekleri.

 içlerinde dolaşabileceğimiz tablolar, üzerinde gezebileceğimiz, dinlenebileceğimiz tarlalar, bize uzaktan el eden güneş. bahtiyardım hem de  çok. neredeyse dünyanın bütün başkentlerindeki önemli müzelerde bir Van Gogh tablosu vardır, ama en fazlası Van Gogh Vakfına ait olan bu müzededir.

müzeden çıkarken giriş için bekleyenleri görünce erken erken gelmenin mutluluğunu yaşadık, fakat ardından biz Rijkmuseum'a girebilmek için epey uzun bir kuyruğa eklendik, yapacak bir şey yok bekleyeceğiz. rijkmuseum flaman ressamların kalesi adeta. coğrafi keşiflere ön ayak olmuş, sömürgeci bir milletin zenginlerinin resim sanatına ve ressamlara epey katkısı olmuş. görmek istediğimiz resimleri ve salonları broşürler üzerinden belirleyip vakti iyi kullanmaya çalıştık.  müzede sadece flaman ressamların eserleri de yoktu uzak asyadan getirtilmiş çok güzel porselenler, heykeller vardı.

saat epey ilerlemişti, aç ve yorgun olarak müzeden ayrıldık, sokaklarda dolaştıkça iyice mest oldum, şehirde sonsuz köprü vardı sanki, sürekli kanal ve köprü geçiyorduk, aydınlık güzel bir gündü. antika dükkanlarının içine giremeyip vitrinlerinden bakmak bile büyük zevkti ne pahalıydı mavi beyaz porselenler. kendimizi birden Rembrandt meydanında bulduk. şahane bir yer, etrafındaki kafe ve barlarla, meydana bağlanan sokaklarıyla bütün şehirlere tavsiye olabilecek bir yer. şehrin asıl meydanı da olmadığı için  biraz küçüktü o kadar.

dom meydanına ikinci bir kez gittikten sonra, önce Anne Frank'ın evini ziyaret edelim dedik sonra tekrar mekanımıza döneriz diye planladık. Anne Frank'ın evinin önünde de epey bir kuyruk vardı. evin önündeki kanala bakan banklarda iyice bir dinledikten sonra içeri girmeden yola rahvan olduk. ve yine meydanımıza döndük.  marketten nevaleyi alıp biz de oturduk çimenlerin üstüne. market kapanınca bir daha amsterdama gelirsek bu otelde kalalım dediğimiz meydandaki otelin bahçesindeki masalardan birine oturduk ve lüksemburgda tanıştığımız leffe marka biradan istedik. gece ve biz bahtiyardık.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...