25 Nisan 2012 Çarşamba

artık

hangi hikayenin artığıyım acaba. hiç bir şeyin içinde olmayıp her şeyin kıyısında ya da uzağında, kaptıramıyorum kendimi.  hiç bir şeyin öznesi. kimsenin bana bulaşmamasının geldiği sen nokta.

bugün kendimi üsküdar'a emanet ettim. üsküdar'ı hiç sevmem, gönlünü kadıköy'e vermiş biriyim, hele karşıya geçmişsem vapurdan inerken evime geldim sonunda diye mutlu olurum. üsküdar aslında güzel de insanların da sorun var. o tarihi dokuya sahip avrupa şehirleri turizmle ihya oluyorken, biz kaldırımlarımızı çöple besliyoruz. kendisine şans verilseydi eminim çok güzel tarihi bir semt olmayı başarırdı. tarihiyle övünüp, aynı zamanda bu kadar nankör olan da başka bir millet yoktur herhalde. koruyalım yok, çıkarlar ve rant sözkonusu hayatımızda. halbukü meydanın ortasında kocaman iki adet Mimar Sinan'ın yapmış olduğu cami ve bir tane de kendi adıyla anılan  çarşısı var. fakat bu çarşının içi anladığım kadarıyla gelinlikçi dolu.

içerlere doğru daralan sokakları sizi tepelere doğru çıkarıyor, küçük kesme taşlı aynı zamanda bu sokaklar yürürken kendinizi farklı bir zamanda hissettiriyor size.eski ahşap evlerin kararmış tahtaları kimilerinin içinde yaşayanı yok, kimi çökme tehlikesiyle başbaşa, ayakta kalmaya çalışıyorlar inatla ve aralardan yamuk yumuk başını uzatan çirkin betonarmeler.

bir de şehri herşeyleriyle kuşatan insanlar. insansız şehir olmaz fakat kaldırımlarda yürüyebilelim istiyorum ve yanı sıra daha az gürültü. biraz sessizlik. kendimi fazlalık gibi görüyorum.

az kaldı bu şehir atacak beni artık safrasından. üsküdar sahilinde çimlere oturdum boyna karşıya baktım, kulelere. hatta bir tanesinin çatısı tutuşmuş yanıyordu meşhur Gökkafes, gökyüzünü siyah bir bulut kapladı. bunca bulutlara doğru yükselen binaların yangınlarını nasıl söndürmeyi düşünüyorlar ilerde acaba, helikopterli itfahiye araçlarının sayısının artması lazım tabi  sonra kepçeleri boğazın serin sularına daldır.


19 Nisan 2012 Perşembe

fıtık

belimde fıtık varmış, çektirmiş olduğum mr'ın neticesi buymuş. doktora teşekkürlerimi sunup yanından ayrıldım. inanmak istemediğim için mış'lı miş'li cümleler kuruyorum.

zaten fıttırmama az kalmıştı, artık bahanem de var.

15 Nisan 2012 Pazar

pazar

pazar günlerinin ayrı bir ıstırabı var hiç bir zaman geçmeyen her pazar kendini hatırlatan ve hatırlatacak olan bir acı. maalesef pazar günleri çocukluk yıllarına götürür bizim kuşağı. çocukluk günleri malum yıllara denk geliyor. o yıllar oluşuyla mı yoksa çocuklukla mı ilgili tam olarak bilemiyorum şu an. ama bu sabah uyandığımda eskiden  bir soba yakılması telaşı olurdu, pat pat küller sallanırdı sanırım bu sesi duydum yataktan çıkmak için son uyarı olurdu bu.

sabah sabah pazar gününü anımsamak duyumsamak özümsemek hiç istemediğim bir şeydi halbuki. mümkün olan en kısa sürede sonlanmasını istediğim bir gün pazar. pazar günlerinin ayrı bir de yalnızlığı olurdu galiba, hafta içi okula gidersin, cumartesi yine aynen devam eder. ama pazar günleri evde ağır bir baba havası dalgası, kuşatılmışlığı ile yaşanırdı. yaramazlık yapamazsın, herkesin babası evde olduğu için kimseyi göremezsin, sokağa yalnızca ekmek almak için çıkılır özellikle kış günleri.

çocukluk gerçekten gökyüzü gibi hiç bir zaman kaybolmuyor. her durumda her zaman kendini hatırlatıyor bazan iyi hatıralar bazan açmazlarla duyumsatıyor kendini. ama bu çocukluk aynı zamanda çok da belalı bir şey, insanın yakasından düşmemesiyle oranlı.

hava açacak galiba,

14 Nisan 2012 Cumartesi

sırılsıklam

havada bu denli yağmur kokusu olduğunu farkedemedim. sabah evden çıkmadan beş dakika düşündüm. yağmurluğumu mu giysem yoksa deri ceketimi mi, süet çizmelerimi giymesem mi acaba. yanıma şemsiye alacak kadar yağmur yağmuyor, yüketmeye gerek yok öğlene açar bu hava dedim ve deri ceket, süet çizme ve de şemsiyesiz olarak çıktım evden.

kapalı bir yerde gün yüzü görmeden çalıştığım için dışarda güneş mi açmış, yoksa kar mı yağıyor yahut hortum mu çıktı bilmeden çalışıyordum. mesaimin bitmesine beş dakika kala yeğenim aradı " canimen dışarda şimşekler çakıyor yağmur yağıyor otobüsün tekerlekleri kayıyor sen kaldırımdan yürü otobüse binme" dedi. ben de peki oğlum kaldırımdan yürürüm dedim telefonu kapattım. ardından kardeşim aradı "dışarda çok yağmur yağıyor istersen otobüsten bizim orda in, yoksa çok ıslanırsın" dedi.ona da tamam dedim telefonu kapattım.

dışarı çıkmak için binanın kapısının önüne geldiğimde herkes tek sıra halinde yanyana dizilmiş saçağın altında bekliyordu.yağmur pek de duracağa benzemiyor, başka çare yok mecbursun dedim kendime. yüreğinden başka hiç bir şeyi olmayan bir kahraman edasıyla kendimi boşluğa bıraktım ve macera başladı. bu macera nerde ne zaman ve nasıl sonuçlanacak acaba.

durağa kadar yürünecek bir dört beş dakikalık yolum vardı, yolun son bölümüne geldiğimde yol  dere olmuş akıyordu haydi dedim iki zıplayışta geçersin sen burayı.su benden daha yaman çıktı tabi, ki bugüne kadar suyun önünde durabilen hiç bir güç olmamıştır. ama bu derenin başlangıcıymış zaten otobüsle geçerken asıl çağlayanı gördüm yan yollardan akan bütün suların akamadığı bir noktada her araç geçişinde bir insan boyu yükseliyordu su. hala mı dedim oysa yılda en azından iki defa bu yolları söküp söküp baştan yapıyorlar.

otobüsten inince yine mi dedim burda da yollar küçük dere hesabına akıyordu. yol boyunca sulara bata çıka ve gökyüzünün de  tepeden  devamlı suretle ıslatmasıyla nihayet eve varabildim. yol boyunca kafamı önüme eğmek zorunda kalmıştım zaman zaman kaldırdığım da ise gözlerime giren yağmur damlasını çıkarmak için gözümü ovuşturmak.

eve geldiğimde önce ıslanmak suretiyle ayağıma yapışan ayakkabılardan kurtuldum önce, sonra ceketimi çıkarırken aynada kendime baktım evet tam da tahmin ettiğim gibi saçlarım  kafa derime yapışık bir haldeydi ve uçlarından sular damlıyordu. gözlerimin çevresinde bir renk cümbüşü vardı. ceketi çıkarınca farkettim çeketinboyun boşluğundan faydalanıp içeri süzülen yağmur hırkamın ve gömleğimin omuz kısımlarını da epey ıslatmıştı.

değişime ayaklardan devam ettim malum sıcak tutmak gerek.






11 Nisan 2012 Çarşamba

alaca

gün bitmek üzre, en azından aydınlık kısmı (yani yirmidört saatlik dilimi düşününce), geceye hazırlanıyor her şey artık. güneş denize battı batacak. ortalık alaca. nisan şakasını yapmaya devam ediyor belimden aşağısını bir battaniyeye sardım, ama biraz sonra ayaklarıma da bir takviye yapacağım. soğuk yine soğuk .

bizim ankara'da öğrenciyken eryaman'da otorduğumuz evin bir odası vardı ona alaca oda adını takmıştı arkadaşlar, ya da meditasyon odası. oda küçük ve karanlık bir iç odaydı, ve onun da için de bir banyo vardı. ev kırkbeş metrekare'ydi zaten. içi dolu turşucuk tabiri çok uygun ev için. odanın iki adet de küçük penceresi vardı onbeş santime yirmibeş santim ebatlarına sahip bu pencerelere de havlama penceresi adını takmıştı arkadaşlar , canı sıkılan havlardı.

alaca duygular içindeyim, kararsızlıklar mı bu kadar çok rengini belli ettirmiyor yoksa yapılacak işlere koyacak heyacanım mı yok. bir isteksizlik, yoruldum diyememek. sorumlulukların bu kadar ağır koşulları olması kürek mahkumları benim kadar acı çekmiyorlardır herhalde.

ben de o yüzden böyle gitgelli duygulara sahibim, ruhum çoğunlukla bedenimden uzak bir yerde bensiz gezmelere çıkıyor. ama onun da gidebildiği pek bir  yer yok. şöyle hava nasıl diye bir dışarı bakayım dedim alaca kelimesinden ankara'ya kadar uzandım.

 türlü türlü bahaneler derdi özgür.

ama ben yine bir dizeye kulak vermek istiyorum buna mecburuz galiba. yolumuzu bulabilmek için yani ihtiyaç hali.

"kimileri kaybetmeyi sever, bazı atlar yalnızca tersine yarışır" bir dost diyelim.

ama en sevdiğim atasözlerinden birini de yazayım. insanın alacası içinde hayvanın alacası dışındadır. varın gerisini siz düşünün.bu sözü bir gün arkadaşıma söylemiştim de inanmamıştı böyle bir cümlenin varlığına dileyen ömer asım aksoy'a başvurabilir.


8 Nisan 2012 Pazar

emar2

mr'ımı çektirdim.yalnız içerideki ses ilerde işitme bozukluklarına yol açabilir. gençken gittiğimiz mekanların kapısında bu ifadenin yazılı olduğu bir tabela vardı bence mr odasına da asmalılar. mr!a girmeden önce bir bilgi formu okutup imzalatıyorlar ama orda böyle bir bilgi okumadım zannedersem. sadece işlemi başlatmak için orada olan görevli seslerden korkma dedi.

 aynen böyle ve anlatılanların hepsi gerçekmiş. o takır tukur sesler, tabutumsu kapsül kapak, nefes alamama hali, kıpırdayamamak, zaman geçiyor mu yoksa bir yerde asılı mı kaldı. hiç birşey bilemiyorsunuz en fenası.
bedeniniz makineden dolayı sıcak ama ayaklarınız buz gibi.

bu macerayı da atlatmış olduk, dilerim aynı durumla bir daha karşılaşmam. ama şimdi daha önemli bir şey var tabi beni bekleyen sonuç. bakalım onu ne zaman alacağım, ve doktor ne diyecek filmime.

7 Nisan 2012 Cumartesi

emar

mr randevum geldi çattı sonunda. sabaha karşı 05.00'de. belimdeki ağrı oldukça hafifledi bu esnada, belki mr tarihlerini bu kadar uzak bir geleceğe atmalarının sebebi de budur. zaman her şeyin ilacı, bırakın efendim bu sürede siz iyileşmeye bakın böylece mr sorununuz olmaz. gecenin  sabaha varmak istediği bir saatte uykuda olursunuz.

asıl sorun hastanede neyle karşılaşacağım, yaklaşık bir aydır mr hikayesi dinliyorum, makinelerin markalarına kadar da öğrendim sanırım. ama insanların amacı beni endişeye sevkedip mr sırasında bana anlatılan, olmasını beklediğim o korkunç şeylerle karşılaşmayacığım için rahat hissettirmekmiş. bir de böyle bir kılıf söylediler.

umarım sorunsuz geçer. zira kapalı yerde kalma fobim yok ama nefes sorunum var.  herkes kapalı alandan bahsediyor, ama benim nefesim açık alandayken bile bazan bana yetmiyor. bakalım ne olacak.

3 Nisan 2012 Salı

kemik

omurgam isyana başladı sanırım ya da kemiklerim  ya da iskeletim. nasıl bir başkaldırıysa bir aydır çekmediğim çile kalmadı. sanki içimde günden güne beni yiyen bir canavar yaşıyor. dur sinyalleri bunlar biliyorum ama elimden birşey gelemez, bağlandı.

 daha belimi sakatlayalı bir ay olmadı haftaya bunun için manyetik rezonans (mr-emar)'a gireceğim derken, sabah sırtımı sakatladım hem de çorap giyerken ki çorabımı da giyerken temkinli davranıyorum yere oturuyorum ki belimi zorlamayayım. ama sanki bütün bu dikkati,özeni, imtinayı yapan ben değil de bir başkası imiş gibi bu sefer de sırtımı sakatlıyorum. ve ben yine yamuğum doğrulamıyorum dik duramayan insan. abimin tabiri ile yamuk prenses. bir de arkasından gülme sesi geliyor tabi.

benim herşeye dayanan bedenim isyan bayrağını tamamen göküyüzüne saldı. sen dinlenmezsen biz sana sağlık problemleriyle bir dinlence sunarız demek istiyor. ama nafile.

tüm vücuduma bir kalıp mı yaptırsam kemiklerimin başına bir iş gelmesin diye, şöyle hareketi aza indiren birşey. ama hani herşey hareketsizlikten olurdu.

kemiklerim beni eğip bükmeden ya da pul pul olup dökülmeden bir çözüm, yar bana bir çözüm.


2 Nisan 2012 Pazartesi

plaza

bugün çok şaşkınlıkla plaza kelimesinin ispanyolca karşılığının meydan anlamına geldiğini öğrendim. seyahat öncesi hazırlık mahiyetinde okuduğum İlker Özünlü'nün Endülüs adlı kitabında.

meydan, yani insanların sosyalleşmek için gittikleri yer.birilerini görürüz iki çift laf ederiz konuşuruz şurdan burdan, havamız değişir yeri. olmadı geleni geçeni seyrederiz yine havamız değişir. olmadı boş boş  kuşlara böceklere bakarız, yaslarız kendimizi güneşin karşısına ruhumuzu dinlendiririz. bu da biraz yaşlı işi oldu galiba.

biz de ki plaza kavramı daha farklı bir sosyallik sağlıyor tabi anti sosyallik. biz büyük iş merkezlerine ve bazan de gökdelenlere plaza diyoruz. herhalde nüfusa dayalı bir anlayış var bizde. bir binada ortalama bir köy hatta kasaba nüfusu kadar insan yaşıyor çünkü. gel görki kimsenin kimseye faydası olmadığı gibi artık insanların kendilerine faydaları yok.

ne güzel bir ifadeydi " plazalarda yaşayıp plazma televizyon sehyredip ömür tüketiyor insanlar" bir kapalı kutu, kimsenin beynine oksijen gitmiyor.

1 Nisan 2012 Pazar

yorgunum

çooook yorgunum, bu ifadenin arkasına bilinen diğer kelimeleri sıralamayacağım bugün. çok yorgunum dünyanın bütün yükünü omuzlamışım da sanki dört nala koşuyorum bir kısrak gibi. at diyemedim kusura bakmayın bu konuda bazı gerekçelerim var.

çok susuzum dudaklarım kupkuru hep, omuzlarımı dik tutamıyorum  sürekli boynum ve sırtım ağrıyor. bugün bu yorgunluk hat safhadaydı niyeyse. ömrümce hiç dinlenemedim herhalde ve bu gidişle de hiç dinlenemeyeceğim sanırım, ben dinlenmesini bilmiyorum. haftalık iznim çarçabucak bitiyor günün akşam olması nedir ki. yıllık iznim gelmeden önce hep diyorum ki ben de bu yıl yatayım şöyle güneş ışınlarının eğik gelme saatlerinde bir koltukta ama olmuyor. diğer insanlardan ne eksiğim var bilmiyorum. ama harekete alışmış bu bünyeye oturmak yatmak yasak.

kış yorgunluğu diye de bişey vardı galiba, bu o olabilir mi diyeceğim ama benim böyle mevsimsel lükslerim yoktur. ama bugün kışın son günüydü galiba gece başlayan lodos öğleden sonra yağmura dönüştü. bütün lodosların gözü yaşlıdır. şimdi yarın yunmuş yıkanmış arınmış, aydınlık parıldayan bir güne uyanacağız galiba. benim de şimdi tek dileğim bu arınmışlığın bana da geçmesi. sabahleyin beni uyandıran karga umarım sabahı güneşle boyar.

her şey o ispanyol filmdeki gibi aslında. güneşli pazartesiler herkes için.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...