kim büyük bir şehirde doğmak isterdi ki yahut böyle bir şeye gerçekten gerek var mı artık. büyüdük ve global bir köy olduk en nihayetinde. nerde doğduğunun bir önemi yok, ya biraz fazla karbondioksit solursun çocukken ya da biraz fazla oksijen. ya kendini hiç bitmeyen bir debdebenin içinde oradan oraya savrulurken görürsün ya da hiç bunun farkında değilsindir.
büyükşehir, insanın kanını kurutan bir canavar, biz de prometehus gibi zincirliyiz bir kayaya her sabah yeni bir umutla başlıyoruz, ya da sisifos gibi her gün sırtımızda koca bir kaya kütlesi bir dağa tırmanıyoruz.
şehirle bir alışverişimiz kalmadı esasında büyüdük, eğitimimizi tamamladık. maalesef kimse bir pencerenin önüne oturup etrafı, insanları izlememize izin de vermiyor. nedir bu koca şehirden daha alacağımız diyecem ama biz alacaklı değiliz ki hiç bir zaman da olmadık. bir sayıyım ben bu koca şehirde bazen telaffuz edilen o kadar. ötesi yok.
BÜYÜKŞEHİR
tanrıça büyükşehir tükürdü attı bizi
bu ıssız taş denizine
bıraktı yüzüstü,biz ki
soluğunu çekmiştik içimize
oruspu büyükşehir bize göz etmişti
yumuşak,çürümüş kollarına girdik
aksak topal geçiyorduk acıyı sevinci
acınmak istemedik
anamız büyükşehir şefkatlidir ve iyi
boş muyuz, yorgun muyuz
o geniş kucağına alır da bizi
ve org çalar bir rüzgar,üstümüzde sonsuz.
WOLFGANG BORCHERT
Borchert'ın güzel şiirlerinin yanı sıra bir de manifestosu vardır. sadece bir parçasını yazayım gerisini bulmak zor olmasa gerek.
"sen. tezgahın arkasındaki kız, büroda çalışan kız. yarın sana el bombalarını doldurmanı ve keskin niçancı tüfeklerine dürbün takmanı emrederlerse , yapacağın tek şey var: HAYIR de!
21 Mart 2012 Çarşamba
20 Mart 2012 Salı
hiçlik
koca bir yuvaralağın içinde debelenip duruyorum. sanırım hiçlik hepimizi yutacak yakında. önce hangi semte uğrar sonra kime gelir dayanır bilmiyorum ama kocaman bir canavar yaklaşıyor hiç duraksız, önünü ardına katıp hepimizi yutacak bu aşikar. Michael Ende ne büyük adammış bunu şimdi anlıyorum, ama bizi bu durumdan kurtaracak yahut varolan durumun daha kötüye gitmesine engel olacak kimse yok. insanların hayalgüçleri artık tükettirme odaklı.
önce insanların yaşam alanlarını yok ediyorlar, sonra boş zamanlarını onlardan alıyorlar. kişiye kalan diğer zamanlar da kontrol altında bu arada, onların tüketilmesini uygun gördükleri mekanlarda, yine onların uygun gördükleri davranışlar icra ediliyor. farklılıklara tahammül gösteremiyoruz, maalesef. maalesef gerçekten çıldırtıcı ve bir o kadar acı bir kelime.
şimdi ben hazır bahar gelmiş kapımı bacamı açıp içeriye temiz hava gelsin, börtü böceğin sesleriyle dolsun, tüller şöyle bir havalansın geniş geniş koltuklarımızda geniş bir denize karşı oturalım istiyorum ama yook bu mümkün değil. bir kere herşeyden önce bu fiziksel şartları bulmak bir araya getirmek o kadar zor ki. şehirde yaşam alanı kalmadı, çünkü başkaca yaşam alanları için başkalarının yaşam alanlarına kastetmek serbest.paramız kadar varoluyoruz en nihayetinde ötesi yok.
önce insanların yaşam alanlarını yok ediyorlar, sonra boş zamanlarını onlardan alıyorlar. kişiye kalan diğer zamanlar da kontrol altında bu arada, onların tüketilmesini uygun gördükleri mekanlarda, yine onların uygun gördükleri davranışlar icra ediliyor. farklılıklara tahammül gösteremiyoruz, maalesef. maalesef gerçekten çıldırtıcı ve bir o kadar acı bir kelime.
şimdi ben hazır bahar gelmiş kapımı bacamı açıp içeriye temiz hava gelsin, börtü böceğin sesleriyle dolsun, tüller şöyle bir havalansın geniş geniş koltuklarımızda geniş bir denize karşı oturalım istiyorum ama yook bu mümkün değil. bir kere herşeyden önce bu fiziksel şartları bulmak bir araya getirmek o kadar zor ki. şehirde yaşam alanı kalmadı, çünkü başkaca yaşam alanları için başkalarının yaşam alanlarına kastetmek serbest.paramız kadar varoluyoruz en nihayetinde ötesi yok.
16 Mart 2012 Cuma
çiçeek
geçen sabah işe giderken bir de baktım erik ağacı çiçek açmış. belki bilirsiniz ilk çiçeklere bürünen güzelim erik ağacıdır. dedim cemreler işe yaradı galiba geliyor mu ne bu bahar. sonra kadıköy'e giderken bizim klasiğimiz olan e5 üstü acıbademe doğru yol kenarları papatyalanmış. zaten artık bu dar-ı dünayada ağaçları çiçekleri refüjlerde görüp tanıyacağız , ya da bolca seyahat edeceğiz.
dedim "dağlarına bahar gelmiş memleketimin" , umut vaat eden bir dize. ahmed arif'in her dizesi güzeldir.
bahar gelince üstünden libasları atan ilk kişi de sanırım benim. güneş ilk benim tenime değsin ilk beni ısıtsın mealinde anında çorabı çıkartıp, etekleri, ceketleri, bluzları inceltiyorum. tabi koca kış hasta olmayıp baharda da ilk ben hasta oluyorum. akşma soğuyacak olan havaya aldırmadan sokağa çıkmanın zararı.
ben de erik ağacı gibi ilk güneşle açıyorum içimdeki tomurcukları. tutamıyorum kendimi ilk rüzgarla dökülüceğimi bile bile.
dedim "dağlarına bahar gelmiş memleketimin" , umut vaat eden bir dize. ahmed arif'in her dizesi güzeldir.
bahar gelince üstünden libasları atan ilk kişi de sanırım benim. güneş ilk benim tenime değsin ilk beni ısıtsın mealinde anında çorabı çıkartıp, etekleri, ceketleri, bluzları inceltiyorum. tabi koca kış hasta olmayıp baharda da ilk ben hasta oluyorum. akşma soğuyacak olan havaya aldırmadan sokağa çıkmanın zararı.
ben de erik ağacı gibi ilk güneşle açıyorum içimdeki tomurcukları. tutamıyorum kendimi ilk rüzgarla dökülüceğimi bile bile.
14 Mart 2012 Çarşamba
masal
masalları kim sevmez, ben bayılırım. elbette hayatım bir masala benzemediği için de kendimi çok kolay bir masal ülkesinde yeniden varedebiliyorum, bu benim için kolay bir iş. fantazya'ya adım atıyorum bir süreliğine dünayayla olan bağlarımı koparıyorum. bugünlerde pek bir sıkıcı zaten hayat, (üçüncü köprü, haydarpaşa ve sirkeci garlarının akıbeti, eğitim, sağlık gırla gider bu liste, gelecek iğfal ediliyor, gerçi ben hergün sekiz saat zaten bir fiil kurbanım ) pek tadı tuzu kalmadı dünyanın. ayrıca tuz da zarar şeker de.
geçen gün kadıköy'de arkadaşımı beklerken (malum hava da çok soğuk ) akmar pasajına bir uğrayıp sahaflarda ne var ne yok bakayım dedim. bu parasız halimle tam sahaftan iki kitap almış çıkıyordum ki gözüm yerde duran bir sıra kitaba ilişti. iki John Berger kitabının üst üste durduğu kitap yığının içinde başka güzel kitaplar daha saklıymış. bir tanesi Marguerite Yourcenar'ın Mavi Masal isimli içinde üç tane harika öykünün olduğu muhteşem kitaptı.
kitabın ikinci öyküsü olan "ilk gece" bugüne kadar üzerine onca yazılmış, düşünülmüş, konuşulmuş, cümle sarfiyatında bulunulmuş kadın-erkek varoluşu üzerine noktayı koyan bir öykü. kadın ve erkek birbirinden bunca uzak iki yaratık asla bir düzlemde yer alamayacak. bu bir gerçek.
"hayattan bir sırrın ifşasını bekleyecek kadar saf mıydı-hayat sadece hep aynı teraneyi sonu gelmez bir biçimde bize tekrarlarken?"
saf mıyım. hem de çok.
geçen gün kadıköy'de arkadaşımı beklerken (malum hava da çok soğuk ) akmar pasajına bir uğrayıp sahaflarda ne var ne yok bakayım dedim. bu parasız halimle tam sahaftan iki kitap almış çıkıyordum ki gözüm yerde duran bir sıra kitaba ilişti. iki John Berger kitabının üst üste durduğu kitap yığının içinde başka güzel kitaplar daha saklıymış. bir tanesi Marguerite Yourcenar'ın Mavi Masal isimli içinde üç tane harika öykünün olduğu muhteşem kitaptı.
kitabın ikinci öyküsü olan "ilk gece" bugüne kadar üzerine onca yazılmış, düşünülmüş, konuşulmuş, cümle sarfiyatında bulunulmuş kadın-erkek varoluşu üzerine noktayı koyan bir öykü. kadın ve erkek birbirinden bunca uzak iki yaratık asla bir düzlemde yer alamayacak. bu bir gerçek.
"hayattan bir sırrın ifşasını bekleyecek kadar saf mıydı-hayat sadece hep aynı teraneyi sonu gelmez bir biçimde bize tekrarlarken?"
saf mıyım. hem de çok.
9 Mart 2012 Cuma
yolcu
yolculuğum için gün sayıyorum. artık vakit o vakittir yani böyle biline. gün dediysem aslında daha aylar durumunda vaziyet. iberya'yı gezmeye görmeye gidiyorum. sanırım sonunda bir taş ile iki kuş vurmayı başardım - yazıktır kuş falan vuramam ben- gezi kapsamında portekiz'in de olması benim için ayrıca havalara zıplanacak, hatta uçulucak bir durum ihtiva ediyor. iber'e doğru kaç defa yolum düşerdi ki.
ben şimdi açtım tekrar okuyorum Huzursuzluğun Kitabı'nı, Pessoa'nun oturduğu, yemeğini yediği üst katı olan deniz manzaralı restoranı bulmak istmiyorum. lizbon sokakları, şairin binbir kişilikle dolaştığı şehir. benim de ayaklarım değerken o sokaklara kendimden kaç kişi yaratabilirim. kendi neydi ki.
kulaklarımın pası da silinecek herhalde fado'larla. epeydir -bunu yaşlılıkla bağdaştırıyorum- müzikle( sezen aksu, birsen tezel ve ezginin günlüğü dışında) yenilerle özellikle bir bağım yoktu. ben de ağıtlar içinde bir kadınım nihayetinde, yıllar yılı denizden bir adam çıkmasını bekledim misal, benim de yüreğim acılı. portekiz arabeksi diye de tanımlanabilen müzik gururumuzu okşar illa ki.
BİR KAÇAĞIM BEN
bir kaçağım ben,
doğduğumda
kendime hapsettim
kendimi.sonra kaçtım
insan sıkılırsa,
aynı yerde yaşamaktan
ben neden hep aynı
derinin altında
sıkılmadan yaşayayım?
ruhum peşime düşmüş
ama ben saklanıyorum,
umarım ne yerde, ne de gökte
bulamaz beni
yalnız kendim olmak
ya zindana kapanmak
ya da hiç olmak demek.
ben de kaçak yaşarım.
pekala yaşıyorumişte.
Fernando Pessoa
Cevat Çapan'a yıllar yılı bize şiir çevirdiği için sonsuz teşekkürler.
ben şimdi açtım tekrar okuyorum Huzursuzluğun Kitabı'nı, Pessoa'nun oturduğu, yemeğini yediği üst katı olan deniz manzaralı restoranı bulmak istmiyorum. lizbon sokakları, şairin binbir kişilikle dolaştığı şehir. benim de ayaklarım değerken o sokaklara kendimden kaç kişi yaratabilirim. kendi neydi ki.
kulaklarımın pası da silinecek herhalde fado'larla. epeydir -bunu yaşlılıkla bağdaştırıyorum- müzikle( sezen aksu, birsen tezel ve ezginin günlüğü dışında) yenilerle özellikle bir bağım yoktu. ben de ağıtlar içinde bir kadınım nihayetinde, yıllar yılı denizden bir adam çıkmasını bekledim misal, benim de yüreğim acılı. portekiz arabeksi diye de tanımlanabilen müzik gururumuzu okşar illa ki.
BİR KAÇAĞIM BEN
bir kaçağım ben,
doğduğumda
kendime hapsettim
kendimi.sonra kaçtım
insan sıkılırsa,
aynı yerde yaşamaktan
ben neden hep aynı
derinin altında
sıkılmadan yaşayayım?
ruhum peşime düşmüş
ama ben saklanıyorum,
umarım ne yerde, ne de gökte
bulamaz beni
yalnız kendim olmak
ya zindana kapanmak
ya da hiç olmak demek.
ben de kaçak yaşarım.
pekala yaşıyorumişte.
Fernando Pessoa
Cevat Çapan'a yıllar yılı bize şiir çevirdiği için sonsuz teşekkürler.
7 Mart 2012 Çarşamba
odamda
seyahat etme düşüncesi insanı bulunduğu uzamdan ayrıştıran hatta zamana karşı bile duyarsızlaştıran bir fikir. dışardan bir müdahale olmadıkça insan düşüncelerinin görünürlüğünde ordan oraya yahut tamamen hayatın en kıyısına gidebilir.
ki odasında seyahat eden bir adamın kitabını okumaya başladım, seyahat için tek gerekli olan şey insan ve bir de oda. tabi daha evvel Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda kitabının okunduğunu, insanın kendine ait bir odasının olmasının nasıl elzem bir şey olduğunun bilinmesi gerektiği hususu burda tekrar günyüzüne çıkıyor. niçin shakespeare'in kızkardeşi olmasın.
"roma'yı, paris'i gezip görmüş yolcular gibi, yol boyunca yüzümüzde bir gülümsemeyle, yavaş yavaş yol alacağız, hiçbir engel bizi durduramayacak" diyor yazarımız Xavier De Maistre Odamda Seyahat adlı kitabında. hatta kitabın ikinci cildi olan bir de Odamda Gece Seferi var. yazar bu yolculuğa iki kez çıkmış. ama iki yolculuk tek bir kitapta.
yazarımız de Maaistre " aklı başında herkesin benim yöntemimi benimseyeceğine hiç şüphem yok. hangi karakterde ya da mizacta olursa olsun, pinti ya da müsrif, zengin ya da fakir, genç ya da yaşlı ister sıcak iklimde doğmuş olsun, ister kutuplarda; herkes benim gibi seyahat edebilir " diyor.
"sayısız mutsuzun üzüntülerine kesin bir çare; çektikleri acılar için de bir merhem sunduğumu düşündükçe, kalbimi tarifsiz bir memnuniyet kaplıyor. insanın kendi odasında seyahat ederken aldığı keyif, başkalarının kaygılı kıskançlığından uzak, paraya da bağlı olmayan bir keyiftir."
kitabı bir yıldan uzun bir süre önce aldım , okumaya başlayalı bir on dakika olmuştu ki kendimi paylaşım ekranında buldum. ama okuduktan sonra seyahatin nasıl gerçekleşeceğine dair bir rehber hazırlarım. sabırsızlar için söylüyorum bu sözü. ki ben şehir içinde alalade durak durak yolculuk ederken bile öyle bir içreliğe tutuluyorum ki otobüsün içinde inmem gereken durağı kaçıyorum.
ki odasında seyahat eden bir adamın kitabını okumaya başladım, seyahat için tek gerekli olan şey insan ve bir de oda. tabi daha evvel Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda kitabının okunduğunu, insanın kendine ait bir odasının olmasının nasıl elzem bir şey olduğunun bilinmesi gerektiği hususu burda tekrar günyüzüne çıkıyor. niçin shakespeare'in kızkardeşi olmasın.
"roma'yı, paris'i gezip görmüş yolcular gibi, yol boyunca yüzümüzde bir gülümsemeyle, yavaş yavaş yol alacağız, hiçbir engel bizi durduramayacak" diyor yazarımız Xavier De Maistre Odamda Seyahat adlı kitabında. hatta kitabın ikinci cildi olan bir de Odamda Gece Seferi var. yazar bu yolculuğa iki kez çıkmış. ama iki yolculuk tek bir kitapta.
yazarımız de Maaistre " aklı başında herkesin benim yöntemimi benimseyeceğine hiç şüphem yok. hangi karakterde ya da mizacta olursa olsun, pinti ya da müsrif, zengin ya da fakir, genç ya da yaşlı ister sıcak iklimde doğmuş olsun, ister kutuplarda; herkes benim gibi seyahat edebilir " diyor.
"sayısız mutsuzun üzüntülerine kesin bir çare; çektikleri acılar için de bir merhem sunduğumu düşündükçe, kalbimi tarifsiz bir memnuniyet kaplıyor. insanın kendi odasında seyahat ederken aldığı keyif, başkalarının kaygılı kıskançlığından uzak, paraya da bağlı olmayan bir keyiftir."
kitabı bir yıldan uzun bir süre önce aldım , okumaya başlayalı bir on dakika olmuştu ki kendimi paylaşım ekranında buldum. ama okuduktan sonra seyahatin nasıl gerçekleşeceğine dair bir rehber hazırlarım. sabırsızlar için söylüyorum bu sözü. ki ben şehir içinde alalade durak durak yolculuk ederken bile öyle bir içreliğe tutuluyorum ki otobüsün içinde inmem gereken durağı kaçıyorum.
4 Mart 2012 Pazar
geçmiş
geçmişten kurtulamıyoum bir türlü. anı çuvalı gibiyim hatta kayıt defteri. ama bendeki bellek doksanlı eh
tabi ki seksenler de malumunuz yıllarla dolu. ikibinlere dair fikriyatsızlıktan mıdır yoksa bu yüzyıla alışamadığımdan mı bilmiyorum belki de aslında yokumdur, yaşamıyorumdur o yüzden bir kayıtdışılık söz konusudur.
çalışmak yorar en kıssa budur. çalıştığım için yani beynimi başkalarının kullanımına verdiğim için de mümkün tabii bellekteki boşluk. ikibinler haftanın altı günü mesayi demek aynı zamanda.
geçen karıştırdığım kitabın içinde yine beni örnekleyen bir şeyle karşılaştım. bütün kitap cümlelerinde bir deva aradığım için elbetteki buluyorum da diyebiliriz bunu yorumlamak için aslında. insan aradığı şeyi mi görür her yerde nedir algıda seçiciliğin başkaca bir versiyonu mudur yoksa ta kendisi mi. payalaşıyorum cümleleri.
"anılar tıpki kokular gibi istenmese de aniden hücum eder. nereden geldikleri bilinmeden uzaklaştırılmaları mümkün değildir, tam tersine insanı peşlerine düşürüp daha çok hatırlamaya zorlarlar, çünkü ilk andaki izlenim hiçbir zaman tam değildir. anılar ısrarcıdır, çünkü bir noktada egemendirler ve (her anlamda) kontrol dışıdırlar. başka bir değişle, geçmiş kendiliğinden bugün olur. anı bugüne muhtaçtır... anının kendine özgü zamanı şimdiki zamandır. demek ki hatırlamak için tek uygun zaman, yani anıların sahip çıktığı, anılara özgü zaman şimdiki zamandır." Geçmiş Zaman - Beatriz Sarlo
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)